Doktor Joseph Cavalcanti, uyku hastalıkları ve Uyku bozuklukları doktorudur. Ama aynı zamanda kendisi bizzat bir uykucu, yani bilinçli olarak uykuya ve rüyaya dalabilen bir düşçüdür. Rüyasını yönlendirebilen tecrübeli bir düşçü kendini bir imparator gibi hisseder. Joseph de kendi uyku impatorluğunu kurmuştur.
Kitapta bir de Halkların Babası adı verilen bir kahveci vardır. Kendisi aforizmal konuşmalar yapabilen son derece güçlü bir hatiptir.
Alıntılar yapmadan önce kitapta geçen ilginç bir düş hikayesini anlatmak istiyorum.
Joseph bir keresinde rüyasında gerçek bir düşçü ile karşılaşır. 16. yüzyılda İspanya’da Engizisyon Mahkemesi'nin idama çarptırdığı bir keşiştir bu. Rüyalar farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda bile kesişebilmektedir. Keşiş yakılarak infaz edilmek için hücresinde beklerken, düş yoluylu bu durumdan kurtulmaya çalışmaktadır. Uykusundan bedenini başka bir yerde uyandırabilmek için çalışmalar yapmaktadır. Joseph ve Keşiş başka bir rüyada buluşmak üzere randevulaşsa da rüyada randevulaşmak öyle kolay değildir.
Günün birinde Joseph’in dostu olan bir Sahaf (eski kitap satıcısı) onu arar ve elinde ona göre bir belge bulunduğunu söyler. Belge 16. yüzyılda bir Engizisyon Mahkemesi Başyargıcı’nın kalemiyle yazılmıştır. Rüya yoluyla hücresinden kaçan mahkum bir keşişi betimlemekte ve Tanrı'dan onu ve onun gibileri rüya yoluyla da takip edebilmesi için izin istemektedir. Joseph bunun düşünde gördüğü keşiş olduğunu anlar.
Engizisyon Mahkemesi Başyargıcı’na göre rüyayı bu şekilde kullanmak da Tanrı’nın katında bir suçtur ve cezalandırılması gerekmektedir. Sonraki günlerde Engizisyon Mahkemesi Başyargıcı Joseph’in de düşlerinin peşine düşecektir. Sıradan insanlar için rüya görmek o kadar önemli olmamakla birlikte gerçek düşçüler için hiç de kolay değildir.

Şimdi kitaptan bazı alıntılar yapmak istiyorum:
*
Joseph’in Sahaf olan dostu onu arar:
"- Şu ünlü çalışmanız, uyku üzerine yazdığınız özetleme kitabı ilerliyor mu?"
"- Amaaan! Yazmanın neye yaradığını çok merak ediyorum..."
"- Hiçbir şeye, azizim, hiçbir şeye. Ama Himalaya da artık bir şeye yaramıyor. Bununla birlikte, tepeden aşağının görünümü çok güzel! Neye yarayacağını düşünmek bile, yaygınlaşmış bezirganlığın aşağılayıcı ve yıkıcı düzenine çomak sokmak demektir. Gerçeğin neye yaradığını düşünmek yerine, ona hizmet etmek gerekir. İnsan belki bundan bir şey kazanmaz, ama sıkıntıdan ve kendinden tiksinmeden uzak durur. Öyleyse haydi, ey büyük uykucu yazınız, zor olan yalnızca ilk sözcüktür!"
*
“Uyku haplarının üretiminin ve tüketiminin kaygı verici gelişmesi, insanların gitgide insancıl olmayan bir çevreye, gitgide yapay bir yaşam biçimine, gitgide doğaya aykırı etkinliklere uyum sağlaması amacıyla kimyanın yoğun olarak kullanılmasına yol açmakta mıdır? İnsanın kimyasal yardım olmaksızın ne başkalarına ne de kendisine katlanabileceği gün gelecek midir?”
“Uykusuzluğun tedavisinde yapılan en büyük yanlış onu bir hastalık olarak değerlendirmektir. Oysa uykusuzluk, bize trenin devrilebileceğini haber veren bir belirtiden, bir tehlike işaretinden başka bir şey değildir. Düşler ve karabasanlar, dünyayla hesaplaşmamıza yarar, yaşamımızı dengeler, ama uykusuzluk bize şunu der: "Uyumaya layık değilsin! Zamanını, kendini zorlamakla, nefret ettiğin şeyi yapmakla geçiriyorsun, kendini kullanıyorsun, kendini susmaya zorluyorsun, yüreğini konuşturacak yerde kafanla karar veriyorsun ve yine de uyumak istiyorsun! Ama uyku seni istemiyor ki! Uykuyu hak etmek gerekir! Uyku, pis ayakkabılarla ve sümüklü burunlarla hiç mi hiç girilmeyecek bir tapınaktır! Uyumaya niyetliysen önce gerçeği gör ve ruhunu koru!"
*
"Düş görecek o kadar çok şey varken, tozlu bir kitaplığın dibinde çürümeye yazgılı bir uyku kitabı yazmaya dört elle sarılmak için aptalın teki olmak gerekir..."
(Yazar kendine diyor ki, düş görmek varken ne diye uyku kitabı yazmaya çalışıyorsun.)
*
Pek çok önemli buluşun uykudan ileri geldiği ve çok sayıda büyük sanatçının yaratılarının kaynağını onda buldukları ortaya çıkmamış mıydı? Uyku, gerçeği açıkça görmeyi engelleyen, her türlü önyargıyı ve ruhsal kilitlenmeyi yok edici özellik taşıdığı için bunda olağanüstü bir yan yok. Uyku, gerçek korkusunu, insanları bilgisizlik içinde, aptallıktan da öte ot gibi yaşatan bu korkuyu ortadan kaldırır. Ne yazık ki sıradan bir uykucu, uykusundan herhangi bir bilimsel yarar sağlayamaz. Düşlerinde, bilginin meyvelerine başıyla şöyle bir dokunsa da onları devşirme kaygısını duymaz. Kemirecek birkaç kök için toprağı eşelerken, saklı bir gömünün yanından başını çevirmeden geçen bir köstebek gibidir. Çünkü, düşçüyü alıp götüren şey korku ve istektir, bilme istenci değil. Ancak, kararlı bir uykucunun, her şeye hazır bir uykucunun, çok iyi çalışmış ve uykudaki tuzaklara alışmış bir uykucunun gece keşiflerinden şaşkınlık verici mücevherler getirmeyi başarıp başaramayacağını kim bilebilir? Evrenin gerçek hammaddesinin uyku olup olmadığını kim bilebilir? Dağları ve nehirleri, kentleri ve çölleri, uyduları, güneşleri, gökadaları ve gökada kümeleriyle gerçeğimizin, düş ormanında tek bir kum tanesi olup olmadığını kim bilebilir?
*
Kuşkusuz, uyku alanında büyük ilerlemeler gerçekleştirmişti, şimdi deneyimli bir düşçüydü, ama uykunun derinliklerinde bazı yasak bölgeler, bazı aşılmaz kapılar, bazı uğursuz merdivenler, bazı dönüşü olmayan dar geçitler varmışçasına bir şey onu bilinmezin eşiğinde durduruyordu. Belki çok ileri gitmekten korkuyordu, belki bilinmez kalması gereken şeyleri bulmaktan korkuyordu. Eşsiz uykucu Robert Desnos, çılgınca uyku deneyinden, Buchenwald'e (2. Dünya Savaşındaki Nazi toplama kamplarından biri) gidişini önceden bilmekten başka bir şey elde edemedi.
*
Büyük uyku ustalarının yazgısı, düşler ülkesinin derinliklerinde zarar görmeden dolaşılamayacağını kanıtlıyordu. Hölderlin'i bir kuleye kapatmak zorunda kaldılar. Gerard de Nerval, bir kış akşamı kendisini bir demir parmaklığa astı. Lovecraft, gecenin meleklerinden bağışlanmasını dileyerek dayanılmaz acılar içinde öldü. Tartakoviç kapatıldığı deliler evinin penceresinden kendisini attı... Evet, uykunun kurbanları vardı.
*
Kahveci (ona Halkların Babası diyorlar) nutukunu çeker: "Bu aşağılık politikacılar, birbirleriyle hiçbir zaman aynı kanıda değildirler, ama hepsi aynı şeyi söylerler, Görüşümü öğrenmek ister misiniz? Kıyasıya kavga ederler, ama birbirleriyle tam bir uyum içindedirler. Başkalarının kötü yemekleri konusunda durmadan atışırlar, ama aynı sofrada tıkınırlar." "Buyurun işte alkollü kahveniz ..." "Dikkatinizi çekerim, bu kadar konuşup hiçbir şey söylememeyi başarmak için insanın kafasını çalıştırması gerekir. Öyle görünmese de, aptallık olağanüstü bir iş!"
*
Kahveci (Halkların Babası), "Ben" diye sürdürüyordu, "diyelim ki ülkenin yönetimi bana bırakıldı... Bakın istemem ha, balığa çıkmayı yeğlerim, kısacası ülkenin kurtuluşu için iktidarı kullanmaya zorlandığımı varsayalım, peki ne yapacağım biliyor musunuz? Önce gençlerle ilgilenirim. Herkes tarlada çalışsın, doğayı incelesin... Askerleri, az gelişmiş ülkelerdeki yoksullara yardım etmeye gönderelim... Yaşlıları yalnızlıklarından bir parça kurtarmak için kışlalara gönderelim; hem savaş yoksa ordu hiçbir işe yaramaz, öyleyse orduyu aynı sayıda yaşlıyla dolduralım..."
*
Kahveci (Halkların Babası), "... Parasız işeme yerleri yeniden kurulsun," diye açıklamayı sürdürüyordu." Çünkü işemek için para ödemek alçaltıcıdır... Acele etmek yasaklanmalı, uymayan kovuşturulmalıdır. Çünkü acelecilik insanın ödünü patlatır. Kentte otomobillere paydos. Kötü sürücüleri maden ocağına sürmeli. Televizyon yayınları yasaklanmalı. İnsanların birbirlerini tanımaları için her akşam mahalle şenlikleri düzenlenmeli. Hayvanlar sokaklara salınsın... Deve kuşları, filler... Hayvanlar, insanların davranışlarını yumuşatırlar. İşi fazla olanların işini azaltıp, işi olmayanlara iş verelim. Küçük bir ücret karşılığında herkese bir çalgı öğrenmek şartı konsun. Takas yeniden uygulansın. Öğle uykusu zorunlu olsun. Herkese bir bahçe dağıtılsın. Av yasaklansın. Herkesin konuşabileceği tartışmalar yapılsın. Okulda matematiğin yerine çiçek yetiştirme okutulsun. Seine Nehri temizlensin. Herkese birer domuz verilsin!... "
Kahveci coştukça coşuyordu: "Büyük sorun, insan sayısının fazla oluşuydu! Sayı, öldüren de bu ya! İnsanları köylerine geri göndermeli... İnsan yapısı kalabalıkta yaşamaya uygun değildir. İnsan bir kır hayvanıdır. İnsanlar maymunların biraz iyileşmişidir, başka bir şey değil. Ya da bozulmuş maymunlar... "
*
Halkların Babası bilimsel ilerleme hakkında şunları söyler:
"Bilim beyefendi, kediler için bulamaçtır. Bakteri yetiştirmek biliniyor da çocuk yetiştirmek artık bilinmiyor. Atomla da oynanıyor ama incelik artık bilinmiyor. Uzaya gidiliyor ancak denizler pis kokuyor, balıklar ölüyor. Açlıktan ölenlerin gıdasına harcanandan daha fazlası füze yakıtları için harcanıyor. Gerçek şu ki, çok şey bildikçe daha az yaşanıyor. Bilim, toplulukları aptallaştırmaktan ve gezegenimizi her tür rahatlığı bulunan karınca yuvasına çevirmekten başka bir işe yaramıyorsa, ben ne yapayım öyle bilimi? Aslan avlamaya, Papou'lar (Yeni Gine ve çevresindeki adalarda yaşayan yerliler) gibi her akşam yiyip içip eğlenmeye bakarım daha iyi. Teknik insanlan daha iyi yapmaz, Olsa olsa kötülüğün gücünü on kat artırır. On bin yıl önce çok öfkelenince kuşlara taş atan aynı hıyar, günümüzde insanla dolu bir uçağa füze savurabiliyor. İlerleme insanların yaptığı budalalığı azaltmaz, onu sadece daha tehlikeli yapar."
*
"Tırtıl, tırtıl olduğunu öğrense, kelebek olur muydu? Annelerine ders vermek isteyen çocuklar gibi, insanlar da bilgi sayesinde doğayı düzeltecek duruma geldiler. Tıpkı sudan daha iyi bir şey yaratmak isteyen balıklar gibi. Neden insan hep 'Neden?' diye düşünür. Bilgi her şeyi verir, ama her şeyden tiksinme duygusunu da verir. Bilinç, çevresinde bir çöl oluşturur."
*
"Düşüncenin meyveleri kaygı kurdunu içlerinde taşırlar. Öyle, düşünceler cehennemdir. İnsan bulutların üzerinde uçtuğunu sanır, sonra günün birinde bir tırtıl gibi süründüğünün farkına varır. İnsan, başını, bizi her şeyin üstüne yükselten bir balon gibi görür, sonundaysa onu bir gülle gibi boynunda taşır. Ah! Sıradan insanlara, kendilerine soru sormamayı becerenlere öyle imreniyorum ki!... Ben işerken bile kuşku duyuyorum..."
"Köylü olmak... tavşanları uyandırmak için horoz sesiyle kalkmak... tavukları nehir kıyısında otlamaya götürmek... koyunları çam ağaçlarının gölgesinde sağmak isterdim. Hayvanları seviyorum, hayvanlara çok iyi bakardım... Ah! Doğa! Ağaçlar arasında esen yel... Kayaların arasından akan su..."
*
"İnsanlarla gerçek arasında karanlık, balta girmemiş bir orman uzanmaktadır; kaygan kumlar, sisli yarıklar, çıldırtan çiçekler, zaman zaman yiyen bitkiler, etobur ağaçlar ve sancı uyandırıcı böcekleri olan balta girmemiş bir orman... İnsanlar bu karabasan ormanından kaçınarak gerçeğe erişmek için çok daha az tehlikeli ama son derece uzun olan bir yan yola girdiler. Bu yolun adı us'tur ve insan kervanı yüzyıllardır bu yolda yürümektedir. Ben gerçeğe us'tan geçmeden erişmeye karar verdim. Kestirmeden gitmeye ve balta girmemiş ormanın ortasından geçmeye karar verdim. İşte bu yüzden uyuyorum. Çünkü bu balta girmemiş orman uykudur."
"Daha çok uyku kaşifi, düş coğrafyacısıyım diyelim. Kafaları yastıklarına gömülü, sağır ve dilsiz insan yığınları alıkça horlarken; ben, tıpkı yalnız bir mağara araştırmacısı gibi uykunun uçurumlarına iniyorum. Einstein hızlı uyuduğunu söylerdi, bense uzak uyuyorum. Ne nereye gittiğimi, ne nasıl döneceğimi biliyorum."