23 Şubat 2017 Perşembe

Hz. İsa'nın Çarmıha Gerilmesi Meselesi

Hristiyan ve Yahudi kaynakların tümü çelişkilidir. Tevrat ve İncil de çelişkiler yumağından başka bir şey değildir. Bütün Apokrif belgeler de çelişkilidir. Orada çelişki ve ihtilafın sonu yoktur. Elbette içlerinde pek çok doğrular vardır, ama oradaki tüm doğrular parçalı doğrulardır. Bir bütün olarak hakikat, yalnızca Kuran'da vardır.

Zaten böyle de olması gerekiyor.  Yalnızca vahiy ihtilaftan uzaktır. İnsanoğlunun olduğu her yerde ihtilaf vardır. Mesela Hz. Peygamber (sa) vefat ettiğinde Hz. Ömer "O ölmemiştir, kim öldü derse onun boynunu vururum" diye söylemiştir. Şimdi önünde cesedi duran Peygamber ölmüş müdür ölmemiş midir? Bu kadar net bir konuda bile ihtilaf varken...

Halbuki İsa'nın olayı çok daha karışıktır. İsa'nın çarmıh meselesini düşünün. Havarilerin bir kısmı İsa'nın tutuklanarak darbedilerek, yargılanarak idam edildiğini ve çarmıha gerildiğini bizzat gördüler. Fakat bir iki gün sonra yeniden İsa ile karşılaştılar. Şimdi bu mesele sonraki kuşaklara nasıl aktarılacak? Görenler ne gördü ve neyi gördüğüne tanıklık edecek? Kimisi İsa'nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirildiğini kimileri son anda çarmıhtan kurtulduğunu söyleyecektir.

***

İsa'nın çarmıh seramonisi bana Matrix'teki Neo ile Ajan Smith'in ikinci kez karşılaşmasındaki konuşmayı anımsattı. Smith Neo'ya, şöyle diyor:

- "Seni öldürdüm Bay Anderson.
- Ölmeni izledim.
- Hatta keyif aldım diyebilirim.
- Ama sonra bir şey oldu.
- İmkansız olduğunu biliyordum,
- ama yine de oldu.
- Beni yok ettin Bay Anderson.
- Kuralları biliyordum.
- Ne yapmam gerektiğini biliyordum,
- ama yapmadım.
- Yapamadım."

İsa'nın durumu budur, onu yok ettiler, çarmıhta ölmesini izlediler, hatta bundan keyif bile aldılar ama sonra bir şey oldu. Ne olduğunu bilmedikleri imkansız bir şey, İsa tekrar geri geldi ve onları yoketti. Kuralları biliyorlarda ama kurallar O'na karşı işlemedi.

***

Kuran'ı Kerim İsa'nın onlar tarafından öldürülmediğini ve çarmıha da girmediğini söylüyor. Bir başkasını onunla karıştırdılar. İsanın yerine bir başkasını yargılayıp çarmıha gerdiler diyor ki, akla ve mantığa en uygun olan da budur.

Şimdi şöyle düşünün, Yahuda İsa'nın mağaraya yalnız girdiğini görüyor. Gidip Roma askerlerine haber veriyor. Gelip birlikte mağaraya giriyorlar, fakat mağarada İsayı bulamıyorlar ve o karanlık ve kargaşada onları mağaraya götüren Yahuda'yı bir an İsa sanıp tutukluyorlar. Zaten Yahuda da biçim ve giysi olarak İsa'ya benziyor. Askerler kendisinin İsa olmadığını söylemesine rağmen onu darbedip tutukluyorlar. Kendisine işkence yapıldığı için bir anda yüzü tanınmaz hale geliyor. Sonra onu yargılıyorlar. Yahuda ben İsa değilim demenin faydasızlığını ve kaçınılmaz yazgısını anladığından artık susuyor. Sonunda çarmıhta iken "Elohim Elohim, lama sabaktani?" (Ey Allahım beni neden terkettin?) diyerek umutsuzca inliyor ve vefat ediyor.

Paylaş:

17 Şubat 2017 Cuma

Kuran Yeterli mi?

Bu soru tam olarak bir fitnedir.

- "Kuran tek başına yeter" denilemez,
- "Kuran tek başına yetmez" de denilemez.

Eğer bu Kuran tek başına yeter diyorsanız o zaman İslam Tarihi'nin ürettiği tüm eserleri, tüm külliyatı ortaya döküp yakmanız gerekir. O zaman Kuran'dan başka bir kitap okumak abestir. Fahrenheit 451'e hoşgeldiniz. Öyle ya, eğer Kuran tek başına yetiyorsa o zaman diğer kaynaklara ne gerek var?

Eğer Kuran tek başına yetmez" derseniz de o zaman Kuran'ın dışında bir alan açmış olacak; Kuran dışı, onunla uyumlu olmayan şeyleri Kuran ile reddedemez bir hale gelmiş olacaksınız.

***

Her iki anlayışı da reddetmek durumundayız.

Kuşkusuz Kuran, müslüman hayatının merkezidir. Önce o vardır. Muhkem olan Kuran'dır. Kuran-ı Kerim, başka hiçbir kaynak ile mukayese edilemez. Ancak Kuran'da açıklamasını hükmünü bulamadığımız şeyler için diğer kaynaklara yönelmek gerekir. Doğru olan budur.

***

Günümüzde "Sadece Kuran yeter" diyenlerin derdi, dini ıslah çabasından haraketle öze döndürmek değildir. Çünkü ıslah çabası islami düzeni ıslah etmek içindir. Dini düzeni diskalifiye etmek için değildir. Eğer "Kuran-ı merkeze almak" dinin hükümlerini tashih etmek olsaydı bu doğru olurdu. Ancak günümüzde "Kuranı merkeze alanlar" içinde dinin tashihi ile ilgilenen bir kesimi hiç göremedim malesef.

Sadece Kuran diyenler, Kuran'ın hükümlerine ne kadar inanıyorlar?
Kuran'ın açıkça vazettiği ve modern hayata uygun olmayan hükümleri ne kadar kabul ediyorlar?

  • Kuran çok eşliliği kabul eder.
  • Kuran erkeğin kadına üstünlüğünü kabul eder.
  • Kuran mirasta bir erkeğe iki kadın payı verilmesini kabul eder.
  • Kuran bir bir erkeğin şahitliğini iki kadının şahitliği ile eşit tutar.
  • Kuran bazı durumlarda kadınların dövülebileceğini onaylar.
  • Kuran kısas'ı (öldürmeye karşı öldürme) emreder.
  • Kuran kafirlerle savaşmayı, onları katletmeyi emreder.
  • Kuran cihadı, Allah yolunda savaşmayı namazdan daha çok emreder.
  • Kuran müslümanı ehli kitaptan üstün görür ve cizye verinceye kadar onlarla savaşmayı emreder.
  • Kuran haram aylarda savaşmayı büyük günahlardan sayar. (Haram ayların ne olduğunu bilen var mı?)
  • Kuran tüm devlet yasalarının kendisiyle yapılmasını emreder ve buna uymayanların kafir, zalim ve fasık olduğunu söyler.
  • ...

Liste uzayıp gider. Buraya "Sadece Kuran" diyenlerin asla onaylayamayacağı yüzlerce "Kuran hükmünü" ekleyebiliriz. Ama anlayana kâfidir.

Sadece Kurancılar'ın amacı dindarlaşmanın kalitesini arttırmak değil, dindarlaşmayı yok etmektir. Önce Kuran dışındaki bütün kaynakları diskalifiye edecekler, sonra da geri kalan alanlara kendi görüşlerini yorumlarını "Kuran" diye yutturacaklar. Mesele budur.

Bu yüzden "Sadece Kuran" değil, "Önce Kuran" demek gerekir.

***

Diğer taraftan "Kuran yetmez" demek de gelenekçilerin, asırlardır süregelen hurafelerine sıkı sıkı yapışmak için kullandıkları bir yöntemdir.

Bir keresinde Ebubekir Sifil şöyle bir ifade kullanmıştı. "Eğer size 500 ayet de getirseler inanmayın! Buhari çökerse din de çöker."

Yani Buhari Kuran'ın alternatifi, muadili midir? Buhari çökerse Müslim var, Müslim çökerse de Tirmizi var. Bu nasıl bir mantıktır? O zaman Buhari'den önce din yok muydu?

Bu tam olarak Adiyy bin Hatem hadisini hatırlatıyor. Malum olduğu gibi Adiyy bin Hatem Hristiyan idi. Hz. Peygamber (sa)'i görmeye geldi. Boynunda bir haç vardı. Hz. Muhammed onu görünce;

- "Onlar rahiplerini ve hahamlarını ve Meryemin oğlu İsa'yı Allah'tan başka rabler edindiler." ayetini okudu.

Adiyy dedi ki, "Ne alaka biz onlara tapmayız ki"

Peygamber efendimiz cevaben buyurdular ki; "Onlar bir hüküm verdiklerinde onların hükümlerini Allah'ın hükümlerine tercih ediyorlardı."

Sen de şimdi Allah'ın 500 ayetini görmezden gelip Buhariye yapışırsan Hristiyan ve Yahudilerin yaptığı gibi Allah'tan başkasına nasıl tapmış olduğunu görmüş olursun.

***

Bu yüzten şunu diyoruz: "Kuran nesli" olduklarını iddia eden "Kuran Tüccarları"na dikkat ediniz!


Paylaş:

16 Şubat 2017 Perşembe

Korku Kapanı nedir?

Korku kapanı nedir?


Şöyle söyleyeyim önce:

Bir varlık çağırdığınız zaman bu çok dostça bir işlem sayılmaz. Siz bir varlığı niye çağırıyorsunuz, onu kendinize hizmetçi yapmak için. İşte varlık da onun için gelir. Sizi kendisine hizmetçi yapmak için. :D

Yani bu şu demektir. Siz onu hizmetçi yapacak güce sahip değilseniz ve o sizden daha güçlü ise o zaman gerçek anlamda bir musallat yaşarsınız.

Bir varlık ile karşılaştığınız zaman iki şeyden biri olur. Ya siz onu teslim alırsınız yada o sizi teslim alır. Tabi korumalarınız varsa size dokunamazsa bile sizi tehdit edebilir, peşinize düşebilir.

Burada varlık ile davet ve karşılaşmada ikili bir mekanizma ve paradoks var.

1) Eğer çok korkmazsanız varlık gelmez. Çünkü siz ondan korkmazsanız o sizden korkacak ve kendini tehlikeye atmayacak. Gelse bile size görünmeyecek. Asla görünmeyecek.

2) Eğer çok korkarsanız gelir. Çünkü o sizin korkunuzdan beslenir, sizin korkunuz onun için en büyük davettir. O korkunuzun kokusunu alır. Fakat çok korkarsanız ve kendinizi kontrol edemezseniz bu sefer size ciddi olarak zarar verebilir.

Peki Korku Kapanı nedir?

Bildiğiniz kapan. Aynen fareye kapan hazırlamak gibidir. Onun içine peynir koymak gibi. Ancak burada fare cin, peynir ise sizsiniz. :D :D :D

Yani siz yemsiniz. Elbette bu çok tehlikeli ve asla tavsiye edilmez. Bu yüzden tüm bu işlemlerin sizin bir hocanız üstadınız tarafından yapılması gerekir. Hoca sizi yem yapacak ve gelen fareyi kapanda sizin hesabınıza yakalayacak.

Kim Korkar Hain Cin'den?

Peki hepimiz yetişkin cesur insanlarız, ve korkmuyoruz. Nasıl olacak? Korkunun bilinçli olarak yükseltilmesi gerekiyor. Eski şamanistler korkularını kontrol edebilen teknikler geliştiriyorlardı.

Benim size tavsiyem şu: Bedeninizin bir süre zayıflaması ve sosyal bağlarınızın gevşemesi gerekiyor. Bir süre riyazat yapın, inziva ve halvete girin. Sıkı sert bir oruç tutun. Yağlı tuzlu, hayvansal şeyler yemeyin. Sonra mütevahhiş korkunç bir yerde geceleyin. Ve orada tütsülerinizi yakın, dualarınızı yapın ve çağırın.

Bak nasıl geliyor!!!

Paylaş:

2 Şubat 2017 Perşembe

İntihar Etmeden Önce Okunması Gereken Yazı


Bir dostum birgün intihar etmeyi düşündüğünü söyledi. Ona “et” yada “etme” demedim. Ancak bilmesi gereken başka bir gerçekliği anlattım.
İnsanın bu dünyada çekeceği çile/azap/acı miktarı yazgısında belirlenmiştir. Bu bir borç yüküdür ve bu hayatta öyle veya böyle bu borcu ödemeden ölmek imkansızdır. Bazıları bu dünyada çekmeleri gerekenden daha fazla acı çekerler. Bunun sebebi borcumuzu düzgün bir şekilde ödemeyip (benzetmede hata olmasın) faiz ve temerrüde düşen kişinin durumundaki gibi katlanmış olarak ödenmesidir. Bu yüzden bazıları çekmesi gerekenden daha fazla acı çekerler.
İntihar eden kişi yaşamın çile borcunu ödememek için kendi canına kıyar. Ancak kendi ipini çektiği, tetiğe bastığı anda geriye kalan tüm çile/acı borcu tüm faiz ve temerrüdü ile kendisine saniyeler dakikalar içinde ödetilir. O an yaşadığı acı miktarı o kadar yüksektir ki ruhu/canı daha fazla dayanamayarak bedenini terkeder.
İnsan ruhu yada daha doğru bir ifade ile insanın canı kendi bedenine merkezlenmiş durumdadır. O bedenimizin her zerresine sirayet etmiştir. Böylece bedenimizin her zerresinde bir hayat izi vardır. Kemiklerden, etten, damarlardan, liflerden, sinir uçlarından ve bedenin tüm dokularından, kanın tüm hücrelerinden hayata bağlıdır. Tüm bu bağların, bedenin her zerresinden çekilip koparılabilmesi için çok yüksek miktarda bir şiddete, acıya maruz kalır ve böylece insanın canı daha fazla dayanamayarak bedenini terkeder.
İnsan ölmeden önce gerçek dünyanın bilincinden kopar ve “sekerat” adını verdiğimiz “ölüm sarhoşluğu” da denilen bir boyuta girer. Bu ölüm sarhoşluğu boyutunda iken saniyeler ve dakikalar içinde kendisine tüm hayatının özeti sunulur. Orada zaman boyutu farklıdır. Elbetteki çekmesi gereken bir çile borcu kalmış ise burada kendisine çektirilir. Birkaç saniye/dakika süresi içinde yüzlerce yıl sürecek bir azabı/işkenceyi tadabilir.
Bu konuyla ilgili size iki film önermek istiyorum:
1) Dehşetin Nefesi - Jacob's Ladder (1990). Vietnam savaşında vurulan bir askerin ölmekte iken sekerat (ölüm sarhoşluğu) boyutunda çektiği acılar ve yaşadığı kabuslar.
2) Ölüm Katılığı - Rigor Mortis (2013). İntihar eden bir yazarın inhar ettiği anda yine sekerat boyutunda çektiği acılar ve yaşadığı sonu gelmez kabuslar. Rigor Mortis kavramı da ilginçtir. Beden ölümünden sonra bir kaç saat süren bir katılaşma sürecine girer. 12-36 saat arası sürebilen bu katılaşmadan sonra beden gevşemeye başlar. Aslında bu durum yeni kesilen hayvanların etlerinde de görülmektedir. Bunu canın ve vücudun bir reaksiyonu, ölüm sonrası bile süregiden bir acı şeklinde düşünebiliriz.
Sadece hayat içinde çile borcunu ödeyenler, acısız bir ölüm ile yaşamdan ayrılabilirler. Bu ancak “tatmin olmuş nefis”tir. Bir ayette ölüm anındaki bazı canlara şöyle seslenilmiştir: “Ey tatmin olmuş nefis. Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine geri dön”. İnançlı bir nefis, hayat içinde çekmesi gereken çileyi tıpkı yemekte olduğu gibi yaşamın bir sosu yapar ve ondan rahatsız olmaz. Sabrın meyvesi ağızda acı olsa bile ruhlarda tatlıdır.
Hayatın amacı nedir
Neden yaşarız ve neden yaşamaya devam etmeliyiz?
Hayatın en birincil amacı nedir?
Bu soruya farklı inançlardan ve farklı kesimlerden farklı cevapler gelebilir. Ancak tüm kesişen en birincil cevap yaşamın kendisinin bir hedef olduğudur:
Yaşamın biricik hedefi yaşamı sürdürmektir.
Doğaya bakın, bütün canlılarda bunu görürsünüz. Her canlının yegane çabası kendi varlığını sürdürmektir. Bunun için yani hayatta kalabilmek için gerekirse başka bir canlıyı öldürüp yer. Aslan bir geyiği yemeğe çalışır, bir geyikse aslandan kaçmaya. Ama ikisinin de ortak amacı hayatta kalmaktır.
İnsanoğlu için de böyledir. Bütün çalışmalarımız hayatımızın devam etmesi içindir. Bunu zürriyetimiz yoluyla yaparız. Bir baba bir anne çocuklarını büyüttüğünde, torunlarının büyümekte olduğunu izlediğinde rahata erer. Hayatının devamını sağlayacak olanlara hayat vermiştir.
Aynı şey dava için de geçerlidir. Bir dava adamı kendi davasını yaşatacak olan fikirleri ve o davayı yaşayacak olan nesli büyütmek onlara hayat vermek için çalışır. Bir asker kendi vatanına hayat vermek için savaşır. Ve bir askerin en büyük başarısı da hayatta kalmak yoluyla savaşı kazanmaktır. Devletlerin amacı da budur. Kendi varlığını sürdürmektir.
İnsanlar neden intihar eder
Bunu bir nedene indirgeyebilmek zor. Herkesin kendi nedenleri vardır. Ancak özüne baktığımızda bütün bu nedenler arasında bir ilişki ve birliktelik kurabiliriz. Bilinen birkaç neden üzerinde durmak istiyorum.
Egonun zedelenmesi ve ego katmanları arasındaki çatışma
Öncelikli olarak egonun zedelenmesi konusuna bakmak istiyorum. İnsanın benliğinin katmanları vardır. Freud insanın ruhsallığını yani benliğini üç katman olarak tarif eder: İd, ego ve süper ego.
İd hayvani benlik, alt benlik yada bilinç altıdır. Ego çoğunlukla toplum tarafından yaratılmış olan sosyal bir konuma tekabül eden görünen benliğimizdir. Tüm dünya ile ego vasıtası ile iletişim kurarız. Bir de Süper Ego vardır. Üst benlik yada ideal benlik.
Bu durum İslam’da da bir kişinin sağında ve solunda melek ile şeytanın bulunması ile aynıdır. Id, altbenlik şeytanı başka bir deyişle nefsi emmare’yi temsil ederken süper ego da meleği diğer bir deyişle sağduyu’yu temsil eder.
İntihara meyleden kişinin egosu yani sosyal benliği zedelenir. Ego bir kabuktur ve kolaylıkla zedelenebilir. Kişinin benliği zedelenince alt benliğin (şeytan, nefsi emmare) saldırısına maruz kalır. Böylece kişide cinnet hali ve psikolojik yıkım meydana gelebilir.
Burada size bir güzel bir film daha tavsiye etmek istiyorum:
Günbatımı Sınırı - The Sunset Limited (2011). Film bir odada geçer. İntihar etmeye çalışan ateist bir profesör (Tommy Lee Jones) ile ona engel olmaya çalışan eski mahkum bir dindar (Samuel L. Jackson) arasındaki tartışmayı konu edinir. Profesör insanların ne kadar kokuşmuş olduklarını ne kadar değersiz olduklarını böylece yaşamaya dair bir arzusunun kalmadığını filan anlatır. Dindar olanı profesör’e diyor ki, “Tren istasyonunda seni gördüm, trenin altına atlamaya çalışırken gördüm. Sanki birinin seri sürükleyip götürdüğünü gördüm.”
Eski mahkum dindarın betimlediğine göre, profesör kendini trenin altına atmaya çalışırken aslında benliklerinin katmanları arasında bir çatışma yaşıyordu. Alt benliği; sosyal benlik ile üst benliğinin direnmesine rağmen onu çekip sürüklüyordu. Doğrusu görülesi bir sahnedir. Ancak intiharcının alt benliğinin başkalarını ve yaşamı suçlaması o kadar güçlü ki, bu sahnenin görülmesine imkan bırakmıyor.
Başarısızlık hissi
Kişi saldırgan bir ruh haline sahip değilse başarısızlık hissinin doğal sonucu olarak umutsuzluk ve kendine acıma duygusu ortaya çıkar. Bir parça saldırgan ise kendini hor görmeye başlar. Eğer saldırganlığı daha fazla ise bu sefer hemen herşeyde başkalarını suçlayacaktır. İntihar eğiliminde başarısızlık hissi bir faktördür. Tam sebep değildir. Bu durum kısır döngüye ve depresyona dönüştüğünde intihar düşüncesini meydana getirebilir yada varolan böyle bir duyguyu güçlendirebilir.
Başarı, bazılarına kolay yoldan gelir. Bazılarına uzun ve dolambaçlı bir yoldan. Ancak dileyen herkese de muhakkak gelir. Başaramamak yeterince gayret etmemenin sonucudur. Başaramadın çünkü yeterince denemedin. Sen yeterince olduğunu düşünebilirsin. Ama gerçek öyle değil. Sen bazı kapıları çaldın ve sana açılmadı, halbuki bütün kapıları çalmadın.
Tanrı herkesin içinde bir tanrısallık yaratmıştır. Tanrının ruhu herkesin içinde yaşar. Aynı zamanda kuruntucu şeytan da oradadır. Kuruntularının içinde öylesine takılıp kalmışsın ki, tanrının ruhuna kulak vereceğine içindeki vesveseci şeytana kulak kesiliyorsun.
Önündeki yol kapalı ise o zaman başka bir yol denersin.
Ben küçükken evimizde balkonun altında bir bodrum kazmıştık. Babam bu tür kazıcılık konusunda usta idi. Ama kendi bodrumumuzu biz çocuklar kazdık. Ben tahminen ortaokuldaydım ağabeyim de lisede idi. Toprak tabakasını attıktan sonra bir taş/kaya tabakası çıkıyor. Taş tabakasını da özel bir taş kazması ile kazıyorduk. Bir zaman sonra kayanın içinde büyükçe bir granit parçası çıktı. Onu kazmanın imkanı yoktu. Al sana engel... Babam dedi ki onu kazamazsınız. Onun yanlarını altını ve üstünü kazarak etrafını dolanın. Biz de böyle yaptık, etrafını kazdıkça çok büyük bir kaya kütlesi çıktı. Kayanın içinde başka bir kaya... Kaya kütlesi boşta kalınca kendi ağırlığının da yardımı ile balyozla kırılması mümkün hale geldi. Profesyonel yaşamda da başarının böyle olduğunu düşünüyorum. Önümüze aşılamazmış gibi engeller çıkar. Bizim yapmamız gereken sorunun yumuşak taraflarını takip ederek etrafını dolanmaktır.
Eğer sürekli başarısız oluyor ve bu durum tekrar ediyorsa çevrenizdeki insanlara kulak vermeniz gerekir. Bazen insanların bizi yargıladıklarını anlamadıklarını düşünürüz. Ya durum tersi ise? Çoğu kez çevremizdeki insanların yargıları ve öğütleri hastalıklıdır. Ama bazen çözüm de oradadır. İnsanlar size akıl verdiklerinde yada yargıladıklarında onlara şunu sorun: “Sizce ben nerede hata yaptım ve bunu nasıl düzeltebilirim?” Cevaplarını onlarla tartışmadan dinleyin. Sonra verdikleri cevap hakkında düşünün. Bazen çözüm en yakın yerdedir. Evin her tarafında didik didik aradığımız anahtarın aslında cebimizde olması gibi...
Borç yada iflas yüzünden intihar edenler de vardı. Ancak bu aşırı bir tepkidir. Kendini öldürmek borcu yok etmiyor. O borç mirasçılarına kalıyor. Kişi depresyon haline girerse borcunu ödemeyi erteleyebilir.
Bir Yahudi fıkrası vardır:
Mişon’un Salamon’a borcu vardır, müddeti gelmiştir, ancak ödeyebilecek parası yoktur. Mişon çok sıkıntılıdır. Karısı “ne oldu neden bu kadar strestesin” diye sorar. Mişon durumu anlatır. Karısı pencerenin önünden geçmekte olan Salamon’u görünce pencereyi açar ve şöyle der:
- “Hey Salamon, haberin olsun Mişon’un parası yok ve şimdilik sana borcunu veremeyecek, üzgünüz.” pencereyi kapatır ve sonra kocası Mişon’a şöyle der.
- Bırak artık o düşünsün! :)
Böyle bir konudan muzdarip olanlara, kendilerine ilham verecek bir kitap önerisinde bulunacağım: George S. Clason - Babil’in En Zengin Adamı. Çok pratik bir kitaptır ve muhakkak okumanızı tavsiye ediyorum.
Yalnızlık duygusu
Bir iki sene önce sosyal medyayı sallayan bir intihar vakası vardı. Genç bir adam, bir reklamcı; bir videoya son bir intihar konuşmasını yapıp sosyal medyada yüklemiş ve ardından kendini asarak intihar etmişti. Şen şakrak partilerin adamı biriydi. Sevgilisi onu terk etmişti. O da derin bir yalnızlık duygusuna kapılıp intihar etmişti.
Yalnızlık korkusu kişinin sosyal bir benlik olmaktan öteye gidememesinden kaynaklanıyor. Sosyal benlik sürekli maskelerin ardında yaşar. Toplumun içinde, insanların arasında espirili, yakışıklı, bilgili, zengin, makamlı, mevkili ve daha nice nice maskeler... Bunlar hep birer görüntü, birer roldür. Ama yalnızken bunların hiçbiri işe yaramıyor. Yalnızlık kişinin kendi kendisi ile birlikte kalmasıdır. Kendine rol yapamazsın. Depresyona sebep olan şey de tatmini mümkün olmayan bu sonsuz rol yapma arzusudur. Kişi bu arzuyu abartır ve yalnız kaldığında da depresyona girer.
Karanlık bir odada yalnız otur ve kendinle yalnız kal. Meditasyon yap. İbadet de kişinin yalnız olmadığı ve kendisini yaratanıyla birlikte olduğunu algılamaya çalışmasıdır.
Aşırı yargılama
İntiharcılar genellikle kendilerini değil, başkalarını yargılarlar. Anne babasını, çocuklarını, eşlerini, toplumu ve başkalarını... Sürekli yargılarlar. Keza intihar bombacıları da toplumu aşırı yargılayan kimseler arasından seçilir. Onlara göre toplum kokuşmuş. Bu doğru olabilir, ama bu durumda senin kokun da lavanta değil. Başkalarını yargılamayı tanrıya bırakalım. Biz tanrının bize emanet ettiği kendi yaşamımızı güzelleştirmeye bakalım. Tanrı gibi; insanları, başkalarını yargılayıp sonra da kendini öldürmek, şeytanın insana yapabileceği en büyük kötülüktür.
İntikam duygusu
Bir kitapta okumuştum. Genç bir kız, babasının sevdiğiyle evlenmesine izin vermediği için “Ona göstereceğim” diyerek intihar eder. Babaya vurulmuş ağır bir darbe olduğu kesin. Baba bu olayı unutmak için her sabah göle doğru koşuyordu. Ve sonunda unuttu da... Yani aslında kendini öldürerek kimseden intikam alabilmek mümkün değildir. Eğer gerçekten intikam almak istiyorsan inatla yaşamalısın. Birgün yaşam sana intikam alabilecek gücü ve şansı verecektir.


Neden İntihar Etmemeliyiz?
Hayatın, bozuk bir teyp kasedinin takılması gibi takılmış. Bu durumda yapman gereken teybi kırmak değil, kasedi az bir şey ileriye sarmaktır.
Neden intihar etmemeliyiz?
Çünkü hayat şimdiye kadar bize kötü yanlarını gösterdi. Demek ki henüz iyi yanlarına sıra gelmemişti. Şöyle düşünün bize bir sandık verildi. İçinde boş ve dolu zarflar var. Dolu olanları çekmek istiyoruz ama her seferinde elimize boş olan gelmiş. Biz de “hep boş geliyor” diyerek umutsuzluğa kapılıyoruz ve tüm sandığı çöpe atıyoruz. Halbuki çektiğimiz her boş zarf aslında sonraki çekimde dolu çekme olasılığını arttırıyor. Yani aslında her boş çekme dolu çekmeye bizi yaklaştırıyor. Ayrıca tüm zarfları açmadan buna nasıl karar verebilirsin ki?
Bu dünya hayatı kimseye cennet değil. Çok zengin ve mutlu olanlara bile değil. Hayatında sıkıntıya girmeyen bir tek insan yoktur. Dünya hayatı herkesi sıkar ve bunaltır. Kimini hastalıkla kimini ilişkilerle, kimini maddiyatla kimini başka bir şeyle...
Senin yaşadığın sıkıntıların benzerini bir çok insan yaşıyor. Ama sen fazladan takıntı yapıyorsun. İnsanlar bununla kolayca başa çıkabilirken sen başa çıkamayacağını düşünüp kolayca vazgeçiyorsun.
Ölüm gibi hastalık ve musibetler de eşitleyicidir. Hayat oldukça adildir aslında. Orada bir yerde senin de bu dünyadan bir payın var. Ama gidip o payını arayacağına kendini bir kısır döngüye soktun.
İnsanın yazgısı bilinemez. Bir kıssa’ya göre birgün dört büyük melekten ikisi Azrail (as) ile Mikail (as) buluşmuşlar. Mikail Azrail’e sormuş.
- Herkesin canını alıyorsun, peki bunun sana zor geldiği unutulmaz bir anın oldu mu?
Azrail demiş;
- Evet, bir seferinde bir dağ başında iki bebeği olan bir annenin canını aldım. İki bebek annelerinin başında vahşi dağlar arasında kaldılar. O iki bebek için çok üzüldüm.
Mikail;
- Biliyor musun o iki çocuk biri doğudaki öteki de batıdaki bir krallığın kralı oldular.
Kaderin bizler için ne sakladığını ancak Allah bilir. Belki yapmamız gereken tek şey yolumuzu, meşgalemizi değiştirmektir. Hırs yapmadan ama kesinlikle de vazgeçmeden başka bir şey denemeliyiz.
Rabbim tüm sıkıntılarınızı çözsün.
Paylaş:

Blog Arşivi

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *