Geçenlerde para piyasasında nisbi bir düzelme olunca Merkez Bankası faiz düşürdü. Bu durum serbest piyasa koşullarına aykırı. Bunu yapabilmen için çok çok güçlü bir ekonomin ve artı veren bir bütçen olmalı. O ikisi de bizde yok. Ve bu hata bıkmadan usanmadan tekrar tekrar yapılıyor. Tabi dolar yine fırladı ve Cumhurbaşkanı bu kez Merkez Bankası başkanı yerine üç yardımcısını görevden aldı.
Bu görevden alma olayı nedir?
Kamu Tercihi İktisadı sık sık başvurduğum bir açıklama modeli. Bürokratlar başarılı olursa terfi eder olmazsa görevden alınır. Aynısı hükümet için de geçerli. Başarılı oldukça seçilme devam eder. Ne zaman başarısızlığa düşerse de bir daha seçilmez.
Ancak benim bahsetmek istediğim başka bir konuydu. Bu güne kadar hükümetler her başarısızlığını "devleti yönetirken yeterince yetkim yok" diyerek sorunun sebebini daha fazla yetkide arıyordu.
Erdoğan'da 2018'de "bu kardeşinize yetki verin faizi doları" göreceksiniz demişti. Yani zaten çok fazla yetkisi olan Erdoğan yetkilerini maksimuma çıkardığında sorunlar çözülmediği gibi daha da katlandı. Demek ki mesele "çok ve bölünmemiş" yetki değil.
Parlamenter sistemin hayrını görmedik diyorlar.
Ama başkanlık sisteminin şerrini gördük.
14 Ekim 2021 Perşembe
Başkanlık sisteminin başarısızlığı
13 Ekim 2021 Çarşamba
Başkanlık sistemi mı Parlamenter sistem mi?
Bu hem hukuk hem de siyaset bilimi alanında uzman olmayı gerektiren zor ve müşkül bir konudur aslında. Ama Türkiye'de herkes bunu konuşuyor. Gerçekten de "şudur" demek için iki sistemi de çok iyi bilmek gerekir. Türkiye'de bu konuda kaç kişi iyi bir bilgiye sahiptir? Siyasi parti yöneticileri dahil konuyu etraflı bir şekilde bildiklerini zannetmiyorum. Haa, ben de bu konunun uzmanı değilim, ama siyaset bilimi ve hukuk eğitimi gördüm ve bu konularda sık sık akademik okumalar yapıyorum.
Genel olarak bir özetleme yapacak olursak;
İki sistemin de avantajları ve dezavantajları var.
Her şeyden önce iki sistemde de kuvvetler ayrılığı temin edilebilir ve tersinden de iki sistemde de kuvvetler ayrılığı suistimal edilebilir. Yani her ne kadar başkanlık sistemini kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir sistemi olarak anlatsalar da bu doğru değildir. Katı kuvvetler ayrılığı ve denge-fren sistemi sadece ABD'ye özgüdür.
Devlet yönetiminde yasama'nın çok fazla bir işi yok aslında. İşin büyük çoğunluğu Yürütme'dedir. Yasamanın işi kanun çıkarmak, hükümetin sunduğu bütçe kanununu onaylamak ve hükümeti denetlemek. Yürütme ise idarenin tümüdür. Yürütme meclisin (yasama) çalışmasına karışamaz, yürütme merkezin yetkisinin bir kısmını yerele aktarır. Bir de hakimlere karışamaz. Hakimlere emir veremez ve onları görevlerinden azledemez. Bunun dışında yürütme her şeyi yapabilir. Devlet yönetimi ile ilgili aklınıza gelen ne varsa yürütmeye girer.
Şimdi, başkanlık sisteminde yürütmenin tüm gücü Başkan'da (bizdeki Cumhurbaşkanı) toplanmıştır. Bakanlar dahil tüm kurumların genel başkanlarını genel müdürlerini atayabilir veya azledebilir. Sadece bir üniversitenin rektörünü değil, YÖK başkanını da keyfine göre azledebilir ve yerine başkasını atayabilir. Ayrıca başkanlık sisteminde meclisin hükümeti denetlemesi de kısıtlanmıştır. Çünkü hükümet meclisten güvenoyu almamaktadır ve meclis tarafından da düşürülememektedir. Yani zaten yürütme çok fazla, çok geniş bir alan ve bu alanın tek ve mutlak yetkisi Cumhurbaşkanında toplanmaktadır. Parlamenter sistemde ise yürütme içinde de bir bölünme vardır. Bir tarafta Cumhurbaşkanı diğer tarafta Başbakan yönetimindeki hükümet. Bu ikisi de aslında bir denge unsuru olarak ayrılmaktadır. Aksi takdirde yürütmeye dair tüm yetkilerin başkanda toplandığı bir sistem yaklaşık olarak meşruti monarşiden (parlamenter krallık veya meclisli padişahlık) farksızdır. Meşruti monarşilerde de zaten kral veya padişah artık yasamayı parlamentoya devrettiği için sadece yürütmeden ibarettir. Yani aslında biz başkanlık sisteminde bir hükümet değil bir padişah seçiyoruz.
Cumhurbaşkanı kararnamesi ile yürütme hemen hemen sayısız alanda yasama yapabilmektedir. Normlar hiyerarşisinde her ne kadar kanundan sonra geliyorsa da OHAL durumunda kanuna eşittir ve bu kararnamelere karşı yargı yolu da kapalıdır. Yani uygulamada meclis kadar da yasama gücü var. Meclis'in alanında olan "uluslararası anlaşmaları onaylama" hükmünü bir kararname ile iptal edebiliyor. Meclis (yasama) fiilen işlevsizdir.
İspanyol asıllı ünlü siyaset bilimcisi Juan Linz'in Başkanlık Sisteminin Tehlikeleri adında ünlü bir makalesi vardır ve orada başkanlık sisteminin bir çok sakıncasını dile getirir. Genel olarak başkanlık sisteminin daha ayrışmacı olduğunu ve siyaseti sıfır toplamlı bir sisteme dönüştürdüğünü anlatır. Yani avami tabiriyle ya herru ya merru, kazanan herşeyi kazanır kaybeden de herşeyi kaybeder. Dolayısıyla bu sistemle siyasette ve toplumda bir konsensüs ve bir ittifak olmuyor. Son Cumhurbaşkanlığı deneyimimiz de bunu doğruluyor zaten.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem?
Bana göre bu da birincisi kadar tehlikeli. Çünkü bu sefer yürütmenin tüm gücü başbakanda toplanıyor. Ayrıca bu durumdaki bir başbakan da en az başkanlık sistemindeki kadar güçlü hatta daha da güçlü. Çünkü başbakan hükümeti (yürütme) kuran partinin başkanıdır ve o parti aynı zamanda mecliste (yasama) de çoğunluktadır. Yani başbakan aynı anda hem yürütmenin hem de yasamanın fiilen başıdır. Bu da ciddi bir kuvvetler ayrılığı ihlaline sebep olduğu için 1961 ve 1982 anayasalarında güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanı ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlarla dengelenmeye çalışılmıştır. Bu yüzden cumhurbaşkanının zayıflatıldığı bir parlamenter sistem, seçimle işbaşına gelmiş bir partinin otoriterleşmesinin yolunu açar.
Görüldüğü gibi kuvvetler ayrılığı ihlali başkanlık sisteminde olduğu gibi parlamenter sistemde de mevcuttur.
Eski sisteme geri dönülmeli ve hükümet sistemi yerine parti sistemi değiştirilmeli
Türkiye 2018 öncesi sisteme geri dönmelidir. Bizim sorunumuz hükümet sistemi sorunu değildi. Biz yanlış şeyi değiştirdik. Bizim toplumsal hafızamızda otoriterlik refleksleri çok yaygındır. Dolayısı ile güçlü bir partinin güçlü bir hükümeti demek çok otoriter bir yönetim demektir. Gücün artmasına karşın otoriterliğin (baskıcılığın) dengelenmesini getirecek bir siyasi ahlaka ve kültüre sahip değiliz.
Parlamenter sisteme getirilen en önemli eleştiri hükümetin kurulmasında karşılaşılan zorluklardır. Deniliyor ki efendim işte hiçbir parti salt çoğunluğu elde edemediği için hükümeti kuramıyor. Diğer partilerle de anlaşamıyor böylece hükümet kurulamıyor. Dünyadan buna birçok örnekler gösteriliyor.
Ancak Türkiye'nin 80 küsür yıllık parlamenter sisteminde çok ender görülen bir durumdur bu. Mesela bir Güneş Otel vakası vardır. Ama o da siyasetin çok fazla atomize olduğu ender dönemlerdendir. Yine seçimin tekrarlandığı 7 Haziran seçimi var. O olaya da Erdoğan'ın seçim sonuçlarını kabullenemeyen uzlaşmaz tavrı sebep olmuştur. 2015'te MHP ile koalisyon kuramayan Ak Parti 2018'den beridir devleti MHP ile birlikte yönetmektedir. Demek ki uzlaşılabiliyormuş.
Türkiye'de seçim barajının yüksek olması oyların parçalanmasını engelliyor ve bir şekilde hükümet kurabilecek partilerin meclise girmesini sağlıyor. Yani o anlamda parlamenter sistemin krizini yaşamadık biz.
Türkiye'deki asıl kriz hükümet ve seçim sisteminden kaynaklanmıyor. Partiler sisteminden kaynaklanıyor. Seçimlerdeki demokratik yarışlar eğer parti içinde de tesis edilebilirse o zaman partiler kendilerini yenilemek durumunda kalırlar. Aksi takdirde bir parti başkanının değişmesi için ölmesi veya buna yakın bir şeyin olması gerekiyor. Bu kadar anti demokratik partilerden bu kadarlık bir demokrasi çıkması bile büyük başarıdır.
11 Ekim 2021 Pazartesi
Sert Anayasa
Sevgili arkadaşlar "sert/katı anayasa" deyince kanunların sert ve katı olduğu anayasa demek değil. Sert veya yumuşak anayasa denildiğinde bununla kastedilen maddelerinin değiştirilme süreçlerinin kolay veya zor oluşudur. Sert veya katı anayasa, maddelerinin değiştirilmesinin zor olduğu anayasalardır. Tersinden yumuşak anayasa ise maddelerinin değiştirilme rejiminin kolay olduğu anayasalardır.
Bazı maddelerin değiştirilme yasağı da sertliğin bir diğer şeklidir. Türkiye'de 1921 anayasası "Yumuşak anayasa" olarak kabul edilir. Çünkü içinde "değiştirilemez" bir madde yoktu. 1924 anayasası ile devletin şeklinin cumhuriyet olduğu ve bu maddenin değiştirilemeyeceği hükmü getirildi ve böylece 1924'ten bu yana yapılmış olan her üç anayasamız (1924, 1961, 1982) da "katı anayasa" olmuştur. Bunların içinde en sert olanı da 82 anayasasıdır. Çünkü diğerlerinde sadece bir madde değiştirilemezken 82 anayasasında ilk 3 madde değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemezdir.
Anayasanın değiştirilme rejimi (şekli, koşulları, kuralları) yine anayasada belirtilir.
Benim kişisel kanaatime göre anayasaların sık ve kolay değiştirilmesi doğru değildir. Elbette değiştirilebilmeli ama bir değişiklik yaptığınız zaman sizden sonra gelenlerin de benimseyecekleri bir değişiklik olmalıdır.
Yani ben biraz sert anayasadan yanayımdır. 🙂
10 Ekim 2021 Pazar
Rurouni Kenshin, Meiji Kılıç Ustasının Romantik Hikayesi
Rurouni Kenshin'in hikayesi daha önce 80'li ve 90'lı yıllarda manga ve anime yapılmıştı. 2012'de William Ireton , Shinzô Matsuhashi yönetmenliğinde serinin ilk filmi çekildi ve şu ana kadar 5. film çekilmiş oldu.
Ben bu yazıda 2012 yılında çekilmiş olan Kökler isimli ilk filmin kritiğini yapacağım. Diğerlerini de bilahare gerekli görürsem ayrı bir blog yazısında değerlendiririm.
Filmin Konusu
Meiji döneminin başlangıcında Battousai isimli üstün yetenekli genç bir samuray vardı. Battousai Shougun rejimine karşı ayaklanan isyancıların arasındaydı ve geleneksel samuraylara karşı amansız bir suikastçı (hitokiri) idi. İsyanın sonunda Meiji taraftarları galip gelmişti. Bu sırada Battousai ortadan kayboldu. Aradan 10 yıl geçti ve Meiji önderliğinde batı tarzı yeni bir düzen kuruldu. Battousai geçen süre içinde gezgin/avare bir yaşam sürer. Ağzı köreltilmiş ters katana'sı (uzun kılıcı) ile bir daha kimseyi öldürmemeye yemin etmiştir. Battousai, Kauro isimli genç bir kızın hayatını kurtardığında yeniden ortada görülmeye başladı.
İkilemler
Film ile ilgili çok fazla spoiler vermek istemiyorum. Sadece içerdiği bazı metaforlara işaret etmek istiyorum. Genellikle bu metaforlar da birer ikilem ve düalizm şeklinde ortaya çıkarlar.
Kılıç Öldürmek İçin mi, Korumak İçin midir?
Geleneksel Japon kılıç kültüründe “kılıç insanların hayatlarını kurtarmak ve yaşatmak içindir”. Ancak geleneksel değerler ve değerleri ayakta tutanlar zayıfladıkça bu temel felsefeyi tersine çevirenler de çıkıyor. "Kılıç kesmek ve öldürmek içindir" diyenler günden güne güçleniyor, daha örgütlü hale geliyor. Bu iyilik ve kötülük düalizmi Meiji Japonyasında nasıl bir hal alacak? Bir yandan geleneksel kılıç kültürü öbür yanda insanın yaşama hakkının alınayacağı şeklindeki batıdan mülhem yeni Meiji sistemi birbirine paralel gibi görünüyor. Ancak suç organize ve güçlü hale gelince kılıç, kesmeden ve öldürmeden sadece kurtarabilir mi?
Kaos ve Hukuksal Düzen
Yeni Meiji yönetimi toplumda bir düzen kurmaya çalışmaktadır. Meiji devrimi sırasında İmparatordan yana olan samuraylar artık yeni polis gücünü oluşturmuştur. Toplumda cinayetin hırsızlığın ve suçun olmadığı bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır. Katana (kılıç) taşımak yasaklanmıştır.
Bununla birlikte bu dönüşüme direnenlerin çıkarmaya çalıştıkları bir kaos da vardır. Polis gücü bir taraftan hukuku yerleştirmeye çalışırken bir taraftan da rutin dışı olarak (bunun anlamı derin devlet) Battousai gibi üstün nitelikli hitokiri (suikastçı) adamları da kullanmak istemektedir. Ancak birçok üstün nitelikli hitokiri kendilerine daha fazla para veren çetelere katıldıkları için polis gücü zayıf ve çaresiz kalmaktadır. Eski suikastçı Battousai ahlaki nedenlerle öldürmeyi bırakmış ve bir daha öldürmemek üzere yemin etmişti.
Suçu Engellemek İçin Suçlular Öldürülebilir mi
Battousai genç kızın salonunu basan bir çeteye saldırmış ancak kesici olmayan katanası ile onları saf dışı bıraktığı halde kimseyi öldürmemişti. Çeteler ise sonraki günlerde polis karakolunu basar ve birçok polisi öldürür. Ölen polislerin anaları ve nişanlıları ağıt yakarken polis müfettişi Battousai’ye “o dövüştüğün suçluları öldürseydin bugün ölen bu polisler hayatta kalırdı” der. Suçu engellemek için suçluları öldürmek gerekir mi? Battousai kendisini yeniden hitokiri olmaya çağıran polis gücüne olumlu cevap verecek midir?
Kanun adamı olan polis müfettişi kanun dışı yöntemlerden medet ummaktadır. Aslında sistemin yaşadığı bu ikilem henüz Meiji’nin bocalama döneminde olduğunu ve hukuki düzeni tam olarak inşa edemediğini ve bunda bocaladığını gösterir.
Eski Çeteler ve Yeni Düzen
Her düzen değişiminde hemen görülebilecek bir şeydir. Eski düzenin etkili adamlarının bir kısmı yok olurken bir kısmı da değişime ayak uydurur ve yeni düzende yeniden nüfuz sahibi olurlar. Avrupada feodalizm yıkıldığında bütün feodal beyleri ve aristokratlar yağmurun altındaki tuz gibi erimiş değillerdi. Onların bir kısmı tasfiye olmuş olsa da bir kısmı da değişime ayak uydurup burjuvaya dönüştüler. Benzer bir durumu Meiji devriminde de görüyoruz.
Suçla Mücadele ve İnsan Hayatının Önemi
Battousai suçlu ve katil çete üyeleri ile dövüştüğü halde onları öldürmek istemez. Bu durum sadece suçlu ve katil olanla ilgili değildir. Suçluyu öldürerek cezalandıran sistem de böylece sertleşir katılaşır ve insan hayatına kıymayı daha kolay hale getirir. Battousai şöyle der: “Birini öldürdüğün zaman içinde bir öfke doğar ve bu öfke sadece sana daha fazla öldürme hissi verir. Bu kanlı döngüyü durdurmak benim katanamın amacıdır.”
Otoriter toplumlar ve siyasal sistemler hep “suçluları cezalandırmak” “suçu engellemek” adına otoriterleşmiş ve baskıcı sistemler de bu şekilde kurulmuştur. Öyle ise bu otoriter ve kanlı döngüyü durdurmanın yolu insanları kesmeyen bir katana kullanmaktır. Onları öldürmeden engel olunmalıdır. Rurouni Battousai’nin felsefesi budur.
Onura Karşı İnsan Hayatı ve Mutluluğu
Geleneksel Japon düşüncesinde “onur” çok önemli bir kavramdır. Aile’nin onuru, mensup olduğu okulun (bu kategori altında öğreti, ideoloji, din de sayılabilir) onuru, kişinin adının onuru ve hatta kılıcın onuru. Ortaya çıkan gizemli bir katil Battousai’nin hem adını hem de kılıcını kullanmaktadır. Battousai adının ve kılıcının kullanılması hakkında şöyle der. Bunların başkası tarafından kullanılması umurumda değil ama bu kadar kötü birinin kullanmasına izin vermeyeceğim.
Yine Kauro isimli kız babasının okulunun adını kirleten bir katil ile yüzleşmek istemektedir. Okulun onuruna sürülen bu leke affedilmezdir. Kauro kazanması ihtimali olmayan bir düşmana karşı gözünü kırpmadan ve ölümü hiçe sayarak dövüşmek istemektedir. Buna izin vermeyen Battousai Kauro’ya şöyle der: “Bu eğitim yerinin onuru hayatından vazgeçmeni gerektirecek kadar daha önemli değildir. Eminim, baban da bu eğitim yerinin onuru için kızının hayatından vazgeçmesini istemezdi.”
Battousai’ye göre bir okulun onuru, insan yaşamından daha önemli olamaz. Buna kanıt olarak da hiçbir babanın kızının yaşamına okulun onurunu tercih etmeyeceğini gösteriyor. Açıktır ki Japon toplumundaki onur kavramını sorguluyor.
Belki de bütün bunları Kauro’ya aşık olduğu için yapıyordur. Kim bilir?
Romantik Aşık mı Süper Kahraman mı?
Genç Battousai kusursuz bir kılıç ustası ve üstün yetenekli bir savaşçıdır. O her şeyin parayla satın alınabildiği Meiji döneminde parayla satın alınamayacak ender şeylerden biridir. Bir hitokiri iken çelik gibi sert bir iradeye sahip Rurouni (Avare/Berduş) Battousai yoksa romantik bir aşık mıdır? Genç kız Kauro’nun karşısındaki acemi sakar ve sempatik duruşu nasıl açıklanabilir?
Sonuç
Serinin ilk filminin adı Kökler (Origins)’dir. Burada Japon kültürünün köklerine bir gönderme var. Bununla birlikte yeni düzen de takdir edilmektedir. Filmin açılış sahnesinde askerlerine hitaben konuşan bir amiral batılı ülkeler örnek alınarak yeni bir düzen kurduklarını söylüyor; huzur ve mutluluk getiren bu yeni düzene takdirlerin sunulmasını istiyor. Japonlar Meiji düzenini takdir ediyorlar. Yeni düzenin getirdiği adalet, barış, insan hayatını koruma her ne kadar Japon kültürünün köklerindekiyle eşleşiyorsa da Meiji o kökleri ortaya çıkaran bir erdem sunuyor.
6 Ekim 2021 Çarşamba
Neden geri kaldık?
İslam dünyası neden geri kaldı? Son iki yüzyıldır yüksek sesle sorulan bir soru bu? Aslında çok basit bir cevabı var ama bunu aşağıda açıklayacağım.
İslam Dünyasında bu soruya ilk ciddi cevap İslamcılık cenahından geldi. 19. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde İstanbul'a gelen Cemaleddin Afgani şöyle demişti: "Hristiyanlık İslam'ın aksine geriletici bir dindir. Bu yüzden Batılılar Hristiyanlık'tan uzaklaştıkça ilerledi biz ise İslam'dan uzaklaştıkça geriledik."
Bu görüş ve söylem o gün bugündür İslamcılık için kurumsal bir düşünceye dönüştü. Sonradan gelen bir çok islamcı münevvirde bu sözleri bulabilirsiniz. Misalen geçenlerde Bediüzzaman'ın Hutbe-i Şamiye'sini okuyordum orada da aynı şeyleri anlatıyor. Bu görüş günümüzde de İslamcılar ve dindar Müslümanlar arasında hala geçerlidir.
Peki doğru mu?
Bana göre yanlış hem de çok yanlış. 😃
Dünyevi kalkınmanın yolu dünyevi yol ve yöntemlerden geçer. Eğer matematikte geri kalmışsan bunun nedeni hadis ilmini öğrenememiş olman değil. Matematikten kaldıysan matematik çalışacaksın. Bu kadar basit.
Müslümanlar dinin herşeye rengini veren Allah'ın boyası olması konusunu yanlış anladılar. İslam ahlakı ile ahlaklanmayı bireysel planda değil de herşeye karışan fukeha ruhban sınıfı ve din teokrasisi olarak yorumladık.
İslam bu değil; ruhban sınıfı ve din teokrasisi hıristiyanlığı öldürdüğü gibi kesin olarak müslümanlığı da öldürür.