18 Aralık 2022 Pazar

Devlet fabrika işletmez

Bazıları sürekli "o fabrika satıldı bu fabrika satıldı memleket satıldı" diye paylaşım yapıyorlar.

Arkadaşlar özelleştirme olması gereken bir şeydir. Yıllar önce ilk kez İlhan Kesici'den dinlemiştim. Kendisi uzun bir dönem DPT'de (Devlet Planlama Teşkilatı) planlama uzmanı olarak çalışmış birisidir. Kesici yeni kamu modelinde özelleştirmenin gerekli olduğunu anlatıyordu. Kesici bu konuda özellikle İngiltere üzerinde yaptığı çalışmalardan örnekler vermişti. İngiltere'de 1980'lerde sonra hızlı bir özelleşrirme programı uygulanmıştır.

Bu konuda benim söyleyeceklerim şu: Devlet fabrika işletmez. Zarar edip etmemesi önemli değil. Çünkü liberal ekonomilerde bu tarz üretim süreçleri özel sektöre bırakılmıştır. Sosyalist modelde tüm üretim araçları kollektifleştirilirken Keynesyen modelinde ise bu ikisinin ortasında bir durum meydana gelir. Ancak Keynesyen sistemi de 1970 krizinden sonra çöktü ve Neo Liberal ekonomiye geri dönüldü.

Sosyalist, Korporatist ve Keynesyen gibi devletçi sistemler 1930'larda uygundu ama özellikle 1980'lerden sonra bu tamamen bırakıldı. Hatta bu tarihten sonra sadece Keynesyen gerilemedi sosyalizm de çöktü. Korporatizm zaten 2. Dünya savaşından sonra tarihe karıştı.

Günümüz mentalitesinde devlet şeker üretemez. Üretmemeli. Çünkü devlet şeker üretirse bu konuda özel sektör gelişemez. Çünkü özel sektör kamu gücü üstünlüğüne sahip üretici devlet firmalarıyla rekabet edemez. Özel sektör gelişmediği için de dışarıya bağımlılık artar.

Örneğin Türkiye'de kağıt üretiminin geri kalmış olmasının sebebi Seka'nın devlet kuruluşu olmasıdır. 30 35 yıl önce matbaacılık ve yayıncılık yapıyordum. Seka özelleştirilmeden önce o zamanlar da kullanılan kağıdın %90'ı ithaldi. Seka son derece adi bir kağıt üretiyordu. Dışardan getirilen 3. Hamur kağıdı bile ondan iyiydi. Sanıyorum bir tek gazetelerde kullanılıyordu. Bir de karton kağıdı diye bir kağıt üretiyordu. O da Bristol ile kıyaslanınca çok adi bir kağıttı. Dışardan gelen 1. Hamur, Kuşe, Bristol, Kraft vb. kağıtlarla kalite bakımından rekabet edebilmesi mümkün değildi. Açıktır ki Seka sektörün önünü tıkamıştır.

Kamu gücü rekabete açık tüketim mallarının üreticisi olduğunda o sektör gelişmez. Özel sektörün ürettiği ürünler ticari kaygılarla sürekli iyileştirilip geliştirilir. Devletin ise ticari kaygısı olmaz. Olsa bile bunu siyasiler yönetemez. Devleti yöneten siyasi kurumlar olduğu için devlet kurumları olan fabrikalar da siyasi partilerin oyuncağı hale gelir. Her gelen hükümet yandaşlarını bu fabrikalara doldurur. Bu yüzden başarılı olması da mümkün değildir.

Uygar ülkelerde artık devlet asli görevleri olan adalet, güvenlik, sağlık, eğitim, imar, altyapı vs ile uğraşıyor. Buna ekonomide saf kamu malları deniliyor. Devlet saf kamu malları alanının dışındaki sektörlerden çekilip küçüldüğü için yandaşların devlet kadrolarına doldurulması söz konusu olmuyor ve devletin yükü daha hafif, giderleri daha az oluyor. Devlet özel sektörü ve piyasaları teşvik eder ve onlardan vergi alır. Böylece serbest pazar ürünleri olan tüketim mallarında pek çok özel işletme açılıp rekabet ve fazla üretim olunca fiyatlar da düşer.


 


Paylaş:

PDF dosyaları içinde arama yapmak

Bir klasörün içindeki PDF dosyaları içinde nasıl arama yapılır?

Bilgisayarda temizlik yapıyorum da, daha önce birine tarif için hazırladığım bu dosyaları silmeden paylaşayım belki birinin işine yarar.

1. Diyelim bir klasör ve onun alt klasörleri içindeki PDF dosyaları içinde bir kelime arıyorsunuz.


2. Adobe Acrobat Reader programını açın. Düzen menüsünden Gelişmiş Arama'yı açın. (Shift+Control+F)

 

3. Görselde ok ile gösterildiği gibi Tüm PDF dosyalarında seçin. Hemen altında da klasörlerin bulunduğu açılır menüye basım Yer İçin Gözat'ı seçin.

 

4. Çıkan iletişim kutusundan altındaki dosyalarda arama yapmak istediğiniz klasörü seçip Tamam'a basın


5. Aramak istediğiniz kelimeleri yazın ve klavyeden Enter tuşuna basın. Arama sonuçları listelenecektir.




Paylaş:

17 Aralık 2022 Cumartesi

Kentlerdeki sorunun kaynağı yatay mimari


Yatay mimarinin çok sıkıntıları var. Günümüzde yaşanan afetlerin de bazıları yatay mimari anlayışının terkedilememesinin sonucudur.

Sorunun temeli şudur. Çok yoğun bir kentleşme yaşıyoruz. Eskiden 80, 100 yıl önce nüfusun 4/5'i kırsalda yaşarken şimdi bu oran tam tersine nüfusun 4/5'i şehirlerde geri kalanı kırsalda yaşıyor. Ayrıca nüfus da 5 6 kat artmış oldu.

Şimdi şehirler ve kentler bu kadar nüfusu yatay mimari ile kaldıramaz. Aksi takdirde her tarafa ev ve inşaat yapmak zorundasın. Vadiye de tepeye de ev yapmak zorunda kalırsın çünkü bu kadar nüfus için başka türlü konut sağlamanın imkanı yok. Niye vadiye ev yapıyorsunuz diye soruyorlar. İyi de nereye yapsın? Ev yapacak yer mi kaldı? Ama insanların da evlere ihtiyacı var. Nüfus büyüyor.

Yatay mimaride tarım alanlarını ve orman alanlarını da daralmış olursun. Çünkü konutları ve yerleşimi yüzeye yayıyorsun. Yatay mimari dedikleri budur. "Evler çok katlı olmasın mümkünse bahçeli garajlı filan olsun alt yapısı ve çevre düzenlemesi de olsun ve bu şehir başına 15 milyon kişi için olsun." Talep edilen şeyin akıl dışı olduğu ortada...

Bunun yerine dikey mimari yapalım. En az 20 30 katlı apartmanlar siteler olsun. Daha çok nüfus daha iyi bir zeminde/konumda daha iyi bir çevre düzenlemesi ve daha konforlu evlerde yaşasın. Bize, kente daha çok alan kalsın. Düşünün İstanbul'da ki tüm evleri 20, 30 katlı sitelere dönüştürsek şimdiki imar için kullanılan alanın en az 2/3'ü boşalmış olurduk. Diğer şehirler için de böyle.

Bu alanlara yeşil parklar, yapay göletler, büyük ve geniş meydanlar, alışveriş merkezleri ve daha neler neler yapılabilir.

Haksız mıyım?



Paylaş:

10 Aralık 2022 Cumartesi

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü


10 Aralık Dünya İnsan Hakları günü imiş. Böyle bir bilince ve farkındalığa sebep olmasını dilerim.

İnsan hakları bireyi merkeze alan bir düşünce ve değerler sistemidir. İnsan hakları ihlali devletler tarafından yapılır. İnsan hakları iddiası da devlete karşı dile getirilir. Daha iyi anlaşılması için basit bir örnek vereyim. Ali Veli'ye tokat atsa bu suç olur, ama insan hakları ihlali değildir. Lakin Polis Ali'ye tokat atsa bu insan hakları ihlali olur. Fakat şu da insan hakları ihlaline girer. Eğer Ali eşkiyalık yapar ve Veli'ye zarar verirse ve polis de göz yumarsa bu yine insan hakları ihlaline girer. Çünkü devlet yapması gerekeni yapmamış bireyi korumamıştır. Burada insan hakları ile devlet arasında ayrıştırılamaz bir ilişki vardır.

Anayasa'nın büyük çoğunluğu aslında insan haklarını kurallarını düzenler. Anayasa'nın iki misyonu var. Biri devletin idari sistemini ve yapısını açıklar. Bizim mevcut anayasamızda 1'den 9'a kadarki maddeler devletin asli yapısını açıklayan giriş mahiyetindeki maddelerdir. Madde 10'dan 74'e kadarki kanunların tümü insan hakları ile ilgilidir. 75'ten sonraki maddeler de idari sistemi ve diğer konuları açıklar. Yani anayamızın 60'a yakın maddesi insan hakları ile ilgilidir.

İnsan hakları üç kategoride incelenir:

- Negatif haklar
- Pozitif haklar
- Siyasi haklar

1) Negatif haklar: Yani devletin insana karşı yapmaması gerektiği şeylerdir. Buna anayasada "Çekirdek Haklar" da deniliyor. Bu haklar savaş halinde bile ihlal edilemez. İnsanı öldürmek, işkence yapmak, maddi ve manevi bütünlüğüne karşı herhangi bir eylemde bulunmak, inancını düşünce ve kanaatini açıklamaya zorlamak savaş ortamında bile yasaktır. Bunları ihlal eden devlet görevlileri "insanlık suçu" işlemiş olurlar.

2) Pozitif haklar: Vatandaşların insanca bir yaşam sürebilmesi için devletin yapması gereken şeylerdir. Adil yargılanma hakkı, güvenlik içinde olma hakkı, çalışma hakkı, kamu hizmetinden yararlanma ve kamu hizmeti girme hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı vs.

3) Siyasi haklar: Düşüncesini özgürce ifade edebilme hakkı, inancını özgürce icra etme hakkı, seçme ve seçilme hakkı, siyasi katılım hakkı, dernek vakıf sendika parti vs. üye olma veya kurma hakkı vs. gibi haklardır.

Unutmayalım ki devlet insan için vardır. Hak Teala buyurur ki "Kim haksız yere bir insanı öldürürse tüm insanlığı öldürmüş gibidir" Bir insana karşı bilinçli olarak yapılan bir haksızlık adaleti zedeler ve tüm toplumu yozlaştırır. Onun için adalet birey içindir ve bireyin hakkı korunmadan toplumsal adalet de sağlanamaz. Devletin yüceleştirildiği toplumlarda dramatik olarak birey küçültülür ve insan hakları ihlalleri de yaşanır.

Onun için "önce birey" önce "insan hakları" diyoruz.

12 Aralık 2021 tarihinde facebookta paylaşıldı.

Paylaş:

1 Aralık 2022 Perşembe

Görünüş aldatıcı olabilir

 


Siz aşağıdaki videoda ne görüyorsunuz?

Tüyü yeni bitmiş kapşonlu bir lise öğrencisi bu herkül gibi kuvvetli vücutçunun bileğini böyle bükebilir mi? 😃😃

Her zaman söylediğim bir şey var, "Görünüş aldatıcı olabilir".

Çocuğu biraz araştırdım ve instagram hesabını buldum. Bir Rus, isminin nasıl telafuz edildiğini bilmiyorum. Bilek güreşi üzerinde uzmanlaşmış ve çok ciddi bir şekilde ağırlık çalışıyor. Fakat videoda kapşonu giydiği için kasları da görünmüyor.

 

Genç adamın Instagram hesabı:

https://www.instagram.com/bitarovmakx/

 

Şurdaki de başka bir görüntü aldatması:

https://www.instagram.com/p/CisYDIttVto

😀


Paylaş:

24 Kasım 2022 Perşembe

Kesebe ve İktesebe farkı nedir

Taziye evinde imam Kuran okuyordu. Bakara süresinin son ayeti. Bir şey farkettim.

Ayet şöyle:

La yükellifullahu nefsen illa vüs'aha. Leha ma kesebet ve aleyha maktesebet.

Meali yaklaşık olarak şöyle:

Allah bir nefse potansiyelinin üzerinde bir yükümlülük koymaz. Kesbettiği lehine, iktisap ettiği de aleyhinedir.

Ayette geçen kesbetmek ile iktisap etmek sözlüklerde aynı anlamda iken burada kesbetmeyi sevaplar iktisap etmeyi ise günahlar için kullanmıştır. Neden? Ne farkı var?

Farkı şu:

Kesbetmek bir kişinin kendi çabasına ve eylemlerine bağlı olmayan daha geniş bir kazanımı ifade eder. Misal hiç tanımadığınız ve eylemlerinizle hiç alakası olmayan birisi size hayır duasında bulununca bu sizin kesbiniz içinde yer alır ve lehinize kabul edilir.

İktisap ise sadece sizin kendi amel ve çabanıza bağlı olan kazançtır. Dolayısı ile sizin eylemleriniz ile bağlantılı olmayan sonuçlar iktisap içinde değerlendirilmez. Bu bağlamda hiç tanımadığınız ve sizinle alakası olmayan birisi size beddua ederse bu sizin aleyhinize işlemeyecek ve günah müktesebatınıza yazılmayacaktır. Yani kişiye sadece kendi amellerinin sonucuyla alakalı olan günahlar yazılır.

Kuran'daki bu incelikler muazzam.

Paylaş:

22 Kasım 2022 Salı

Yaşlı erkek genç kadın mı?

Yaşı ilerlemiş erkekler evlenmek için genelde genç ve güzel kadınlara bakıyorlar. Ee genç olunca güzel de oluyor. Böylece yaşını başını almış bir erkek bile çok genç kadını istiyor.

Halbuki bu doğru değil. Zaten sürdürülebilir de değildir. Büyük yaş farkına rağmen birliktelikleri devam edebilen çiftler nadir görülür.

Evlilik ve birliktelik sadece tensel temastan ibaret değildir. Diyelim sen 55 yaşındasın ama o 25... Bir eş değil bir çocuk aldın. Hayata bakışınız, ilişkiden beklentileriniz aynı olmayacak. Bu yüzden bu yuva ilk virajda çatlayacak.

Arada makul bir orantı olması gerekir. Genellikle kadının eşinden biraz daha genç olması tabi ki iyidir. Bana göre ideali 5 ila 15 yaş arasıdır. Ama 20'den fazlası birbirine aşık olsalar bile fiziken de uygun değildir.

Şimdi başka bir bilgi vereyim:

Erkeğin cinsel performansı 35 yaşından sonra azalma eğilimine girer. Kadınsa 30 yaşından sonra cinsel bakımdan daha da güçlenir. Şimdi 55 yaşındaki amca 40 yaşındaki kadını istemiyor. Neden çünkü cinsel bakımdan ondan daha geridir. 25 yaşındakinin daha dengeli olacağını düşünür. Ama 15 sene sonra o kadınlığının doruğuna vardığında sen çöp olacaksın.

Fakat bu işin sadece cinsel/tensel boyutu. Bir kadın sadece fiziki için değil; aklı, bilgisi, görgüsü, anlayışı, mizacı, kültürü ve donanımı da bir o kadar önemlidir. Hatta evlendikten sonra bunlar daha önemli hale gelir. Bazen kendinden bir kaç yaş büyük bir kadın bile en ideal eş olabilir.



Paylaş:

9 Kasım 2022 Çarşamba

Ekmek yemenin ahlaki üstünlüğü

Ekmek üreticileri sendikası başkanı Cihan Kolivar "Ekmek toplumların temel gıdası değil, aptal toplumların temel gıda maddesidir" beyanında bulunmuş.

Şimdi bu arkadaş örneğin ET Üreticileri Sendikası başkanı olsaydı anlardık da EKMEK sektöründe çalışıyor yani. Ayıp değil mi?

İnsanın her şeyden önce yaptığı işe, çalıştığı sektöre saygısı olması lazım. Ben Ekmek Üreticileri sendika başkanı olsaydım ekmeği tazim eder, anıtını dikerdim. Adam ekmeğe ve ekmek tüketicilerine hakaret ediyor 😃

Ekmek Yiyenler Aptal mı?

Ekmek yiyenlerin aptal olduğunu söyleyenler sallıyor. Hayret verici bir iddiadır bu. Gerçeklikle alakası yok. Zaten Kolivar da o sözü siyasi anlamda söyledi. Neymiş çok ekmek yediğimiz için 20 yıl iktidar değişmiyormuşuz. Bir de Japonya örneği veriyor. Halbuki Japonya örneği tam da onu yalanlıyor. Japonya'da 1500 yıldır aynı hanedanlık imparator olarak hüküm sürüyor. Demek ki iktidar değişimi ekmek yemekle olmuyormuş.

İnsanlar bir milyon yıl boyunca avcı toplayıcı olarak sadece et ile beslendi ve bir milyon yıl geçmesine rağmen zekalarında bir ilerleme olmadı. Ne zaman ki tarımı tahılı ve buğdayı keşfetti işte o zaman insanlık büyük bir sıçrama yaptı. Ayrıntı için "Tarım devrimi"ne bakınız.

Uygarlık tarihinin söylediği budur.

Günümüzde de üniversite sınavı sonuçları üzerinde araştırma yapılsın. Zengin olup et tüketen elitistlerin çocukları mi daha başarılı yoksa ekmek tüketen taşra çocukları mı?

Öyle afaki elitist sallamasıyla olmuyor. Gerçek bilimsel veri gösterin. 

Ekmek Neden Kutsal?

Şöyle söyleyeyim: Bir milyonluk upuzun insanlık tarihinde hiçbir icat ekmeğin ve tahılın ve dolayısı ile tarımın icadı kadar önemli bir etki yaratamamıştır. Bu icat uygarlığın ortaya çıkmasını, insanların avcı toplayıcılıktan yerleşik hayata geçmesini, mülkiyet kavramının doğuşunu, artı ürün ve ticaretin meydana gelmesini, siyasal ve askeri güçlerin yükselişini, yazının sanatın tekniğin icadı ve daha nice ilerleme ve gelişmeyi sağlamıştır. İşte bütün bunları ekmeğe ve tahıla borçluyuz. 

Ekmek üretimi stoklaması kolaydır ve toplumları doyurur. Dünyanın en gelişmiş ve en zengin ülkesi olmasına rağmen Amerikan toplumu etçil bir toplumdur ve her etçil toplumda olduğu gibi açlık orada da çok yaygındır. Belirli bir kesim açtır. Halbuki ekmekçil toplumlarda açlık daha az görülür.

Ekmek Yemenin Ahlaki Üstünlüğü

Ekmek yemenin et yemeğe ahlaki üstünlüğü de vardır. Beslenmek için bir başka canlıyı öldürmüyorsun. Halbuki et yemekle içimizdeki vahşi hayvanı beslemiş oluyoruz. Et yiyen toplumların özelliği de zeki olmaları değil, tamahkar ve saldırgan olmalarıdır.

Ekmek yiyen toplumlar daha barışçıl daha insani daha demokratik ve daha adil olurlar. Et yiyen toplumlarda olduğu gibi toplumun bir kesiminin açlığı söz konusu da olmaz. Ekmek herkesi doyurur.

Et yemek ise elitlere özgü olduğu için geriye kalan büyük bir kesim açlık çeker. Dışa karşı saldırgan bir toplum olduğu gibi kendi içinde eşitsiz bir gelir dağılımı barındırır.



Paylaş:

Sessiz Bahar / Rachel Carson

Rachel Carson tarafından 1956'da yazılan Sessiz Bahar kitabı Çevre devriminin başlatıcısı oldu. Kitap o kadar etkili oldu ki hem çok büyük bir farkındalık yarattı hem de çevre koruma hareketinin büyük bir itkisi haline geldi.

Bir biyolog olan Rachel Carson tarımda kullanılan böcek ilaçlarının çevredeki kuşların ölümüne sebep olması üzerine harekete geçerek tarımda kullanılan böcek ilaçlarının ve çeşitli kimyasal ilaçların ne kadar zararlı ve zehirli olduğunu ve çevreyi nasıl bozduğunu kanıtlamaya çalışmıştır.

Bu kitap epey süredir okuma listemde duruyordu ve ben de yakın bir zamanda okudum.

Carson diyor ki, kullanılan ilaçlardaki zehirler yağmur ve toprak yoluyla bitkilere, oradan yeraltı sularına, nehirlere, o nehirlerin suladığı daha uzak topraklardaki tarım alanlarına kadar yayılıyor. Oradaki diğer böceklere ve tarım ürünlerine taşınıyor. Bu taşınan zehir miktarı milyonda 5 gibi küçük bir rakam ancak bu milyonda 5'lik oran böceklerin vücudunda bazen 100 kat artıyor. Böylece ilaçlamanın yapılmadığı uzak bölgelerdeki kuşlar böcekleri yedikleri zaman doğrudan zehirleniyorlar. Besin zincirindeki canlıdan canlıya geçtikçe artarak katlanabiliyor.

Bitkileri ve yoncaları yiyen hayvanların kanına ve sütüne artarak karışıyor. Yani tarımın üzerinde kullanılan ilaçlar tarımı olumsuz etkilediği kadar bu süreçteki et üretimine çok daha fazla yayılıyor.

Meraklısı olanlara kitabı hararetle tavsiye ederim.



Paylaş:

8 Kasım 2022 Salı

Hangi meal iyidir?

Aslında çok fazla meal okumadığım için bu soruya vereceğim cevap eksik kalacak. Ben Arapça bildiğim için Kuran'ın hemen hemen tümünü anlayabiliyorum. Elbette anlaması zor olan bazı müşkül ve müteşabih ayetler de vardır. Fakat muhkem olan ayetleri size tefsir edebilirim. Bu yüzden meal okumuyorum. Doğrudan Arapça'sını okuyorum.

Hangi mealin iyi olduğu konusuna gelince açıkçası tüm mealleri tanımıyorum. Fakat görece olarak iyi olduğunu bildiğim bazı mealler var. Anlatımları orijinal ve kopya da değiller. Hata oranları daha azdır. Karşılaştırmalı okurken bunlara daha fazla itibar edebilirsiniz.

Peki okumadığın halde nerden biliyorsun diyeceksiniz? Zaman zaman bazı ayetlerde karşılaştırmalı incelemeler yapıyorum. Benim deneyimim bu yönde. İtibar edip etmemek size kalmış.

  1. Elmalı Hamdi meali. Zaten Türkiye'deki meallerin çoğu bunun kopyasıdır.
  2. Diyanetin eski meali
  3. Süleyman Ateş
  4. Ali Bulaç
  5. Ahmet Varol
  6. Yaşar Nuri Öztürk
  7. Abdulbaki Gölpınarlı. Ancak bu yazar Şii olduğu için Ehli beyt yorumlarının olduğu ayetlere dikkat etmek gerekir. Bunu zikretmenin sebebi mealinin orijinal olması.

 




Paylaş:

5 Kasım 2022 Cumartesi

Bilgiçlik Sendromu

Küçükken Ramazan'da iftardan hemen sonra mahallenin camisine gider ve yatsı vaktine kadar beklerdik. Bu arada rahmetli imamımız sevgili Molla Münir (Çiçek) bize bir konuyu açar ve sohbet/vaaz ederdi. Birgün öylece sessiz oturuyordu. Cemaatten biri hoca bize bir vaaz eder misin? dedi, beri ki "Ama hocam Ademden bu yana olan konuları biliyoruz, Ademden öte bir şey varsa onu anlat" diye uyarıda bulundu. İşte ben buna "bilgiçlik sendromu" diyorum.

Bu "bilgiçlik sendromu"na biz de yakalanıyoruz.

Vaazlarla ve Cuma hutbeleri ile pek aram yok. Zaten az işittiğim için hutbeyi de pek dinlemiyorum. Fakat dinlediğim zamanlar da malesef haz alamıyordum. İmamların vaazlarda ve minberlerde anlattıkları konular ve anlatma biçimleri o kadar basit ve sıradan tekrara dönüştü ki artık kendini bilgili sanan biz gibi daimi müminlere yavan geliyor.

Hakikaten bilmediğimiz ne anlatabilir ki?

Fakat bir gün hatamı anladım. Ben ve benim gibi ukalalar biliyor olsak da cami cemaati içinde bu konuları bilmeyen insanlar var. Her insan ve her kuşak sıfır bilgi ile doğar ve bilginin en basitinden başlayarak öğrenmesi gerekir. O zaman İmam ve vaizlerin anlattıklarının kıymetini anladım ve saygı duymaya başladım.

Bu dini konuların dışındaki tüm diğer konular için de geçerli.


Paylaş:

27 Ekim 2022 Perşembe

Din eğitimi neden zorunlu?

Türk siyasal hayatına zorunlu dini eğitim 1982 anayasası ile girdi. Bunun mucidi de Kenan Evren'dir. Kenan Paşa'nın din eğitimini zorunlu hale getirmesinin nedeni olarak fıkra niyetine anlatılan bir olay var. 😃

Kenan Evren malum inançlı biri değildi. Fakat geleneksel olarak bayram namazına gider ve kurban kesermiş. Yine bir bayram günü yeni damadıyla bu işi yapmak istemiş.

Kurbanlıklar almışlar ve bayram namazına gidecekler. Damada sorar, 

- Evladım abdesini al gidiyoruz,
+ ....

Sormayı bir iki kez tekrarlayınca damat demiş: 

- Baba ben abdest almayı bilmiyorum.

Neyse kısaca tarif etmiş.

Bu arada damada tekrar soruyor:

- Evladım senin kurbanı kesecekler, kasaba vekalet verdin mi?
+ Ya baba bugün tatil, noter çalışmıyor ki, nasıl vekalet vereyim? 

😆😆😆

O zaman Evren paşa demiş ki "inançlı olup olmamak önemli değil en azından kültürel olarak bu kadar cahil bir toplum olmamalıyız diye din ve ahlak kültürü dersini zorunlu yaptım."

Not: Kasaba vekalet vermek için, "benim kurbanımı kesmen için seni vekil tayin ettim" demeniz yeter olur. Yani noterlik bir durum yoktur.


Paylaş:

Tarihte saraylar

 

Tarihselcilik elbette yeniden keşfedilmesi gereken bir kavramdır. Bunun için önce tarihi detaylı olarak bilmek, sonra da o günün olay ve olgularını bugünün bilimsel kriterleri içinde yeniden analiz edip değerlendirmek gerekiyor.

Bir örnek vermek gerekirse saraylar. Saraylar genellikle padişahların lüks ve şatafat içinde yaşamak için yaptıkları ultra lüks yapılar olarak düşünülüyor. Sanki 5-6 yıldızlı lüks bir tatil oteli/tesisi imiş gibi algılanır. Halbuki bu algı saraylar için doğru değildir.

Herşeyden önce saraylar o dönemlerin en önemli idari binalarıdır. Hatta sadece bir bina değil, bir site ve kompleks gibidir. Devlet yönetimi ile ilgili tüm işlemlerin görüldüğü yerdir saraylar. İdari teşkilat burada yer alır. Çeşitli meclisler, yargılamalar ve üst mahkemeler, halkın çeşitli istek, şikayet, başvuru ve işlemleri, hanedanlık ailesinin çocuklarının eğitimi, çeşitli bürokrat ve diplomatların eğitimi burada yapılırdı. Protokollar, devlet törenleri, yabancı devlet başkanlarının ve elçilerin ağırlanmaları, devletler arası görüşmeler ve konferanslar burada akdedilirdi.

Padişah ve ailesi (hanedanlık) burada yaşadığı gibi önemli devlet görevlileri de aileleri ile birlikte sarayda yaşarlardı. Keza bir muhafız bölüğü de sarayda kalmaktadır.

Yani tarihte saraylar bir tatil ve lüks içinde yaşanan konaklar değil, devlet yönetiminin yürütüldüğü idari binalardır.


Paylaş:

Ak Parti ve alfabe tartışması

Siyaset bilimi hem lisans hem de yüksek lisans okudum. Her ikisinde de Türk Siyasal Hayatı diye bir ders vardı. Özellikle yüksek lisansta bu derste muhafazakar kesimin cumhuriyet ile ve devlet ile barışık olmadığı fakat Ak parti döneminde muhafazakarların cumhuriyeti ve devleti içselleştirdiğini kabul ettiğini ve sahiplendiğini tartışmıştık.

Ak Parti yöneticilerinden Mahir Ünal'ın "alfabe değişikliği ile halkı bir gecede cahil bıraktılar" şeklindeki meşhur beyanı muhafazakar kesimin cumhuriyet rejimi ve inkılapları ile hala çatışmakta olduğunu gösteriyor.

Alfabe değişikliği Osmanlı döneminde de gündeme gelen ve tartışılan bir konuydu. Örneğin Celal Nuri isminde bir Osmanlı (ittihatçı) aydını 1908'de yazdığı Türk Devrimi isimli kitabında Latin alfabesine geçilmesinin zorunluluğunu belirtmişti.

Alfabe değişimi ile büyük bir kayıp veya büyük bir kazanç elde eldiğine katılmıyorum. Bu konudaki düşüncelerimi geçmiş yıllarda ara ara paylaşmıştım.

Önce kazanç meselesine bakalım: Latin alfabesine geçmek Türk insanının Latin dillerini okuyabilme ve ve öğrenebilmesini kolaylaştırmadı. Çünkü sözgelimi İngilizce'yi Türkçe gibi okumaya çalıştığımız için telafuzda bir ikilik meydana geliyor. Yani İngilizceyi Türkçe gibi okumaya çalıştığımız için daha zor öğreniyoruz. Nitekim istatiksel olarak bakıldığında Türklerin İngilizce ve diğer Latin dillerini öğrenmeleri; Arap, Fars, Hindu, Çin, Rus ve Japon gibi farklı alfabe kullanan diğer milletlerin öğrenmelerinden daha geride duruyor.

Diğer yandan bakarsak, Osmanlıca da Arapça kökenli olsa da bir Arap alfabesi değildir. Arap alfabesi 28 harften oluşurken Osmanlıca 36 harften oluşur. Ayrıca okunma tekniği de Arapça'ya uygun değil. Ben bu zorluğu Osmanlıca çalışmaya başladığımda fark ettim. Arapça biliyordum ve Osmanlıca'yı da Arapça gibi okumaya çalışıyordum. Tabi o şekilde okunmuyor. 😄

Dolayısı ile Osmanlıca da bir Arap alfabesi değildir bir Türk alfabesidir. Kullandığımız Latin alfabesi de öyle.

Paylaş:

30 Eylül 2022 Cuma

Zamanlar dört vakittir


 

Zaman insanın en önemli sermayesidir, bu yüzden zamanın değerlendirilmesi önemli bir olaydır. Zamanı doğru olarak değerlendirmediğimizde ömür elimizden kayar gider.

Zaman değerlendirme ve planlama ile ilgili bir çok öneri vardır. Ancak planlama yapmanın ötesinde zamanları kullanım amacına yönelik olarak tasnif etmek daha önemlidir. O yüzden önce harcadığımız zamanı ve niteliğini tespit etmek gerekir.

Zamanı dört kategoride ele alabiliriz. Önem sırasına göre;

1. Yaşamsal vakitler.

Bu vakitlerde yaptığımız şey hayatımızı sürdürmemiz için gereklidir. Örneğin uyku yaşamsal bir aktivitedir. İnsan uyumadan yaşayamaz. Keza yemek, ibadetler ve para kazanmak için harcadığımız zaman yaşamımız için gereklidir. Ailemizle birlikte geçirdiğimiz vakitler de bu şekilde düşünülmesi gerekir.

2. Kendini geliştirme için ayırdığımız vakitler.

Bir mesleğiniz varsa mesleğinizi geliştirmek için yaptığınız aktiviteler, okuma, öğrenme ve eğitim için harcanan vakitler bu sınıfa girerler. Spor ve egzersiz aktiviteleri de bu şekildedir.

3. Zevk almak için harcanan vakitler.

Eğitimin dışındaki kültürel aktiviteler, hobiler, oyunlar, sinema, film izleme vs. bu kategoriye girer. Keza dostlarla geçirilen zaman ve sosyal medyada geçirilen zaman da bir miktar bu tasnif içinde yer alabilir.

4. Faydasız geçirilen vakitler.

Yukarıdaki üç tasnifin dışında kalan tüm zamanlar ise hemen hemen boşa harcanan zamanlardır.


Paylaş:

12 Eylül 2022 Pazartesi

Demokrasi dalgaları ve askeri darbeler




Huntington'un "Demokrasi Dalgaları" adını verdiği bir teorisi var. Bu politik/sosyolojik analize göre belirli dönemlerde demokratikleşme dalgaları görülmektedir. Keza Huntington bunun tersinden de bahseder. Tersine dalgalar genellikle bir askeri darbe ile görülen demokrasiden uzaklaşma ve otoriterleşme eğilimleridir.

2. Dünya savaşından hemen sonra dünyada büyük bir demokratikleşme dalgası görülmüştür. Keza 1980'lerde ve 2000'lerde ikinci ve üçüncü demokrasi dalgaları görülmüştür.

Askeri darbeler ve tersine demokrasi dalgaları ise 1950'lerin sonları ile 1960'larda görülmüştür. Yine 1970'lerde ikinci bir darbeler dalgası görülmektedir.

2. Dünya savaşından bu yana dünyada 475 darbe girişimi yaşanmış ve bunlardan 236 tanesi başarıya ulaşmıştır.

Dünyada en çok darbelerin görüldüğü yer sırasıyla

Afrika (101)
Latin Amerika (70)
Orta ve Uzak Asya (36)
Ortadoğu ve Arap ülkeleri (21)
Avrupa ( 8 ) şeklindedir.

Yani bu dönemde İspanya, Portekiz ve Yunanistan başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde de askeri darbeler görülmüştür.

Türkiye'de

1960 (27 Mayıs askeri darbesi)
1971 (12 Mart muhtırası)
1997 (28 Şubat postmodern darbesi)
2007 (27 Nisan e-Muhtırası)
2016 (15 Temmuz darbe girişimi)

darbe veya darbe girişimleri görülmüştür.

Darbeler Neden Oluyor?

Gözlem ve analizime göre darbelerin sebebi dış tehditler karşısında ordunun güçlenmesi ve artan militarizasyon karşısında ordunun sivil siyaset ve bürokrasiden daha güçlü hale gelmesidir. Bu durumlarda ordu ana özne haline gelmeye başlar ve sivil siyasete ayar vermeye onu yönlendirmeye yıkmaya ve tehdit etmeye başlar.

Türkiye özelinde bakarsak ordunun 2. Dünya Savaşından sonra bu kadar güçlenmesinin askeri yatırımların bu kadar büyümesinin ana sebebi artan Rus yayılmacılığı tehdididir. Hatırlanacağı gibi Rusya 2. Dünya Savaşından sonra Türkiye'den toprak ve boğazların yönetimini istemiştir. Türkiye bu tehdit karşısında NATO'ya girmeye çalışmış ve NATO vizyon ve misyonu çerçevesinde de askeri kapasitesini arttırmak zorunda kalmıştır.

Yani Türkiye'deki darbelerin bir sebebi de Rusya'dır dersek yanılmış olmayız.

Paylaş:

3 Eylül 2022 Cumartesi

Celal Şengör'e soruşturma

Dini bütün savcılarımız şimdi de Celal Şengör hakkında soruşturma başlatmış ve ifade vermeye çağırmışlar. Sosyal medyada da "Haddini bil celal şengör" twitleri gırla gidiyordur herhalde.

Jeoloji profesörü Celal Şengör Fatih Altaylı ile katıldığı bir programda tarihi olarak Musa ve İbrahim'in yaşamadığı öyle birilerinin olmadığı iddiasını dile getirdi. Şengör'ün ifadeleri şöyle:

"Onların hepsi masal. İbrahim diye bir adamın yaşadığı malum değil…Bütün bu söylenen kişiler tarihte yok. Bunların hepsi o üç tane kutsal kitap denilen aslında… (Altaylı burada müdahale ediyor, Celal girme oralara!) Hayır ama bu önemli Suriye din geleneği Mezopotamya din geleneğinden türemiş bir yan branştır. Bizim bugün İbrahimi dinler dediğimiz işte Musevilik, Hristiyanlık, arkasından İslam yani Museviliğe bakıyorsun Musa peygamber diyorlar. O adamı da tarih bilmiyor. Yok öyle bir isim. Musevilerin kitabında bir Mısır’dan çıkış vardır meşhur. Yok öyle bir olay. Yani incelendi, yayınlandı."

Bilim camialarında bu tür iddiaları dile getirenler var. Hatta tarihsel olarak İsa da Muhammed de yaşamadı diyenler bile var. Elbette bu yaklaşımlar da bilimsel ve yansız olmayıp ideolojiktir. Mısırdan çıkış olayı yok diyor mesela. İncelenmiş öyle bir olay yokmuş. İnceleyen kişi Mısır kaynaklarına bakmış. Orada bulamadığı için yok sayıyor. Peki İbranilerin kaynaklarını niye yok sayıyorsunuz? Bundan en az 2600 yıl önceki yazılı İbrani kaynaklarında bu olaylar yer alıyor.

Tarihte yazı ve anlatı her zaman senkron şeklinde ilerlemiyor ki. Mesela Büyük Sargon'un MÖ 23 yüzyılda yaşandığı söyleniyor. Fakat onun hayatını anlatan kil tablet ondan 16 yüzyıl sonra Asurbanipal döneminde yazılmıştır. MÖ 7 yüzyılda kendisinden 16 yüzyıl önce yaşayan Sargon'un hayatını anlatan kil tablet bilimsel oluyor da MÖ 7 yüzyılda yazılı olduğu kesin olan Tevrattaki İbrahim ve Musa nın hayatı neden hikaye oluyor?

Bu konular büyük oranda Freud'un başının altından çıkmıştır. Bir Yahudi olmasına rağmen Freud da Musa kitabında Musa denilen kişinin aslında bir Mısır prensi olduğunu, İbrani olarak bir Musa'nın olmadığını anlatmaya çalışır. İbranilerin tüm kaynaklarını yok sayar. Freud Kutsal kitabın (Tevrat) da Babil sürgünü döneminde (MÖ 6-7 yy) da yazıldığını iddia eder. Böyle olsa bile bir çok Asur kitabesinden daha eskidir. Sümer kitabeleri diyoruz ya, onların hepsi çok eski değil ki. Sümerce dili ile yazılmış ve MS 50. yıla tarihlenen kitabeler bile var. Asur kitabeleri de öyle.

Ancak Celal Şengör gibi popüler bilim çalışmaları yapan birine bu iddiaları dile getirdiği için soruşturma başlatmak ciddi bir problemdir. Bize düşen içimizdeki uzmanların aydınların tarihçi ve antropologların bu konulara eğilmesi ve bilimsel cevaplar vermesidir.


 

Paylaş:

1 Eylül 2022 Perşembe

Gülşen ve İmam Hatip

 Gülşen hakkında da bir uzman görüşü belirteyim 😃

Gülşen isimli sanatçının "o imam hatipte okumuş sapıklığı ordan geliyor" ifadesini kullandığı bir videosu servis edilmiş ve sosyal medyada büyük tepki toplamıştı. Bunun üzerine bir cumhuriyet savcısı soruşturmayı tamamlayıp kovuşturmayı açmış. Mahkeme de tutuklu yargılanmasına karar vererek kadını cezaevine göndermişti.

Gülşen savunmasında konuşmasının kendi müzik ekibi arasında geçtiğini, halka açık bir yerde olmadığını söyledi. Dediğine göre çalgıcı ve sahne arkadaşları arasında "İmam" lakabını verdikleri "Miraç" isimli bir arkadaşı varmış. İmam filan değil ama kendi aralarında kullandıkları bir lakap imiş. Ekibindekilere "sahnedeki şarkım bitince beni taşıyarak sahneden çıkarın" demiş, arkadaşları da "seni imam taşısın" diye espiri yapmışlar Gülşen de yine espiri ile "o imam hatipte okumuş, sapıklığı ordan geliyor" demiş.

Mahkemedeki ifadesi böyle. Kendi ekibiyle aralarındaki bir şakalaşma. Çirkin mi? Bize göre çirkin. Ama kendisini erkeklerin taşıyarak sahneden çıkarmasını isteyen ve dinle herhangi bir bağı olmayan Gülşen gibi bir insan için normal. Ancak bunu bir hedef kitlenin önünde söylemedi. Sahnede söylemedi. Bunun üzerine sosyal medyada Gülşen'in tutuklanması yönünde büyük bir kampanya başlatıldı.

Çıkarıldığı Sulh Ceza Mahkemesinde tutukluluğuna karar verilerek cezaevine gönderildi. Bundan sonra Gülşen İmam Hatiplilerden alenen özür diledi. Daha sonra tutukluluğu kaldırıldırılıp serbest bırakıldı.

Gülşen de bir anda mağdur ve kahraman oldu.

Olayın haber kısmı böyle.

***

Gel gelelim değerlendirmeye.

Öncelikle kapalı kapılar ardındaki bu videoları kim servis ediyor? Amacı nedir? Nitekim Musa Eroğlu'nun videosu da bu şekilde servis edilmiştir. Bu karanlık odaklar her kimse bir "politika mühendisliği" uyguluyor.

Gülşen hakkında soruşturma ve kovuşturma açılması doğrudur. Çünkü bir kesimi hedef alan sözler sarfetmiştir. Halka malolan bir sanatçının "halkı kin ve düşmanlığa sevkedecek" veya "dini değerleri aşağılayacak" tavırlardan uzak durması gerekir. Çünkü Türk Ceza Kanununda bunu yapmak suçtur. Ancak Sulh Ceza Hakimliğinin Gülşen'in tutukluluğuna karar vermesi de elbette yanlıştır. Aşırı bir tepkidir. Neticede Gülşen'in sözü insanları sokağa dökecek bir söz değildir. Delilleri karartacak bir durumu olmadığı gibi, ağır ceza gerektiren "katalog suçları" arasında da yer almaz. Dolayısıyla aslolan tutuksuz yargılanmasıdır. Tutukluluğuna karar verilmesi ise bir "güvenlik tedbiri"dir. Ortada güvenlik tedbirini gerektiren bir durum yoktur.

Kemal Kılıçdaroğlu Gülşeni tutuklayan savcı ve hakime "o hakim ve savcılara sesleniyorum, sanatçıyı derhal bırakın" dedi. Anayasanın 138. maddesi ise şöyle diyor: "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz." Yani ana muhalefet partisi lideri hakime ve mahkemeye parmak sallayıp "derhal bırakın" diyemeyeceğini bilmiyor mu? Bunu bilmiyen kişiler neden siyasi parti liderliği yapıyorlar?

Son tahlilde Gülşen'in mahkemedeki açıklaması bana inandırıcı geldi. Gülşenin sözleri halka açık bir ifade olmadığı için "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" de sayılmaması gerekirdi. Bu açıklamadan sonra halen tutukluluğuna karar verilmesi mahkemelerin ciddi bir sosyyal baskı altında olduğunu gösterir.

Mahkemelerin sosyal baskı altında olması iyidir, ancak iktidar veya muhalefet tarafından mahkemelere siyasi baskı kurulması, hukuk devleti anlayışına zarar verir.


 

Paylaş:

31 Ağustos 2022 Çarşamba

Atatürk Milliyetçiliği

Atatürk milliyetçiliği diye bir kavram var. Bu kavram 1982 anayasa metninde de geçmektedir. 1961 anayasası Türk Milliyetçiliği'ne vurgu yaparken 1982 anayasasında bu ifade değişmiş ve Atatürk Milliyetçiliği şeklinde kullanılmıştır.

Peki Türk milliyetçiliği ile Atatürk milliyetçiliği arasındaki fark nedir?

Türk milliyetçiliği Türk kavmi ve Türk ırkı ile ilgilidir. Bu yüzden tüm Türk topluluklarını kuşatır. Buna Büyük Türk Birliği merkezli Turan milliyetçiliği de denebilir. Atatürk milliyetçiliği ise Anadolu coğrafyası ile sınırlıdır ve tam olarak Türkiyelilik milliyetçiliğidir.

Atatürk ırka ve dine dayalı milliyetçiliği reddeder ve vatandaşlık bağına dayanan milliyetçiliği yani Türkiyeliliği savunur. Atatürke göre kendini Türk kabul eden her vatandaş Türktür. Bu yüzden "Ne mutlu Türke" dememiş, "Ne mutlu Türküm diyene" demiştir. Yani bir Kürt de olsan, bir Çerkez veya bir Arap da olsan, Türküm dediğin zaman Atatürke göre sen bir Türk'sün. Zaten anayasanın 66. maddesinde de "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" demektedir. Bu maddedeki hüküm 1924 anayasasından beri değişmeden kalmıştır.

Bunun dışında Atatürk Anadolu dışındaki Türk toplulukları ile de bir bağ kurmamıştır. Atatürk Nutuk'ta büyük Türk birliği ülküsü olan Turancılığı da reddeder. Mesela Enver paşa Orta asyaya kadar gidip Türklük savaşı verirken Atatürk Anadolu dışındakilerle ilgilenmemiştir.

Toparlayacak olursak Atatürk milliyetçiliği bir ırk/kavim milliyetçiliğinden ziyade bir ulus milliyetçiliğidir. Buna göre Türkiye'de yaşayan tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da Türk'tür.

Peki Türkçüler ve Kürtçüler Atatürk milliyetçiliğinin bu anlama geldiğini biliyor mudur?


 

 

Paylaş:

30 Ağustos 2022 Salı

Fakirler zenginlerden daha çok harcama yapar

 Aslında fakirler zenginlerden daha çok harcama yapar. Çünkü zengin tutumlu olmayı öğrendiği ve kazandığından daha azını harcadığı için zengin olmuştur. Fakir de kazandığının tümünü harcadığı ve bir tasarruf kültürü edinemediği için fakir kalmıştır.

Bu bir ironi değil. Gerçek budur 😃

Çünkü insanın ihtiyaçları gelirine göre otomatikman genişleme özelliği gösterir. Çok az geliriniz vardı ve bir şey biriktiremiyordunuz. Sonra geliriniz biraz artar ve buna bağlı olarak harcama düzeyiniz de değişir ve tüm maaşınızı harcayacak bir şeyler bulacaksınız.

Diyelim ki düz memursun maaşın 8 bin lira. Kıt kanaat geçiniyorsun. Sonra başka bir şeye atanırsın bürokrat olursun maaşın 30 bine çıkar. Hemen herşeyi değiştirmeye başlarsın evin semtin alışveriş yaptığın marketin tüm mobilyaların senin ve çocukların kıyafetleri varsa araban çocukların okulları vs vs. Ee artık çocukların koleje gitmeye yakışır, bürokrat adamsın yani ayıptır. Eskiden 8 bin yetmiyordu. Bir anda 30 binin de yetmediğini göreceksin. 😆

Halbuki zenginin durumu böyle değildir. Zenginin ilk kuralı kazandığından daha az harcamaktır. Böylece asgari ücret bile alsan para biriktiriyor olacaksın demektir. İkincisi fakir harcama yapmaktan mutlu olur. Zengin ise kazandığı ve biriktirdiği zaman mutlu olur. Bunun için de tüketimini kontrol altına almaya çalışır. Mesela fakir gider 36 ay taksitle iPhone alır, zengin ise şirketinde kullandığı kartların parapuanlarını biriktirip onunla iPhone alır veya tatile gider. 😃

Bu yüzden fakir tüketim harcamasını maksimize ederken zengin onu minimize etmesi gerektiğini bilir ve öyle davranır. Zaten bu yüzden zengin olur. 😃



Paylaş:

2 Haziran 2022 Perşembe

Zenginlik ve Sağlık Göstergesi Olarak ŞİŞMANLIK


Sabah bir arkadaşım Whatsapp'tan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin bir aforizmasını benimle paylaştı ve görüşümü sordu:

"Az yiyenin hekimle, düz gidenin hakimle işi olmaz."

Ben bunun doğru olmadığını düşündüğümü söyledim. Burada basitçe bir anakronizm durumu var. Bizim ve bu çağın insanlarının anlamadığı konu şu:

Eskiden insanlar açlıktan ölürdü şimdi tokluktan

Şimdiki zamana kadar insanlar hiçbir zaman doymamıştı. İstisnalardan bahsetmiyoruz. İnsanlığın, toplumların genel durumundan bahsediyoruz. Tokluk bu çağa özgü bir durumdur.

Düşünün ki Osmanlı sarayında bile günde sadece iki öğün yemek yeniliyordu. Klasik Arapça'da iki yemek öğünü adı var. غضاء gada ve عشاء 'eşa. Gada (kahvaltı) kuşluk vaktinde yenirdi. Yani sabah çalışma başlangıcından 2-3 saat sonra. 'Eşa ise akşam yemeğidir ve güneşin batımına yakın yenirdi. Bu öğün düzeni benim çocukluğumda da köylerde uygulanıyordu. Osmanlı sarayında ki öğün düzeninin de böyle olduğu biliniyor. Muhtemelen üç öğün uygulaması sanayi devrimi ve işçilerin artan ağır ve uzun mesailerinin bir sonucudur.

Özellikle 2. Dünya savaşından sonra tüm dünyada büyük bir bolluk ve genişleme yaşandı. Bin yıllar süren ağır ve yorucu savaşlar durdu. Devletler ticarete ve refahı halka yaymaya odaklandı. Halk sağlığı ve halk eğitim öne çıktı. Modern çağa kadar halk eğitimi ve halk sağlığı uygulaması söz konusu değildir. Evet Sümerlerden beri eğitim vardı ama eğitim belirli bir azınlık içindi ve birebir eğitim sözkonusu idi. Sınıf eğitimi (sınıfta eğitim) 150-200 yıllık bir uygulamadır. Halk sağlığı da böyledir. Sarayların ve derebeylerinin tabipleri vardı. Ama halka hizmet veren bir tababet (doktorluk) ve hastahane söz konusu değildir. Halkı geçin, orduda bile sağlık hizmetleri söz konusu değildi. Tarihte ilk toplu sağlık hizmetinin uygulandığı yer Kırım savaşıdır (1853-6). Florence Nightingale isimli bir hemşire Kırım Savaşında profesyonel bir yaklaşım sergileyerek hastabakıcığı ve kamu sağlığı fikrinin temellerini atmıştır. Elbette halkın arasında otacılar, çıkıkçılar, üfürükçüler vs vardı. Fakat tarihte bir kamu hizmeti olarak doktorluk sözkonusu değildir.

Tekrar konuya dönecek olursak şişmanlık şimdiki gibi hastalık anlamına gelmiyordu hiçbir zaman. Bilakis zengin, sağlıklı güçlü bir insanı temsil ediyordu ve şişmanlık nadir görülen bir durumdu. Ben bile çocukluğumda hatırlıyorum. Pişmaniye satıcısının nakaratı şöyle idi:

"Pişmaniye yiyen şişman olur
Yemeyen pişman olur." 😃

Atatürk döneminde 4 tane şeker fabrikası kurulur. Bunun üzerine Atatürk şöyle der: "Şeker fabrikası sayısını 20 ye çıkaramadıkça gürbüz çocuklarımız olamayacaktır."

Kuranı Kerimde bile şişmanlık övülmüştür. Cehennemde zakkum ağacının olduğunu ve onu yiyenin ne açlığını giderdiği ne de şişmanlattığını söyler.

Şimdiki doktorlar da şeker zehir diyor. Bu da başka bir ironi. Fakat beni en çok şaşırtan şekerin zehir olduğunu savunanlar arasında şeker fabrikalarının satılmasının ülkeye ihanet olduğunu savunanlardır.

Neyse bu da ayrı bir konu. 😅

Paylaş:

21 Mayıs 2022 Cumartesi

Bugünü geçmiş ile kıyaslamanın dayanılmaz yanlışlığı

Dubainin 26 yıl içindeki değişim hali

Hükümetin taraftarları olan kişiler sık sık eskiye referans vererek yapılan icraatın takdir edilemediğini dile getirirler. Mesela 1970'lerde tüp ve yağ kuyruklarının olduğu defaatla dile getirilmektedir. Hükümet iş yapıyor mu yapmıyor mu ayrı bir konu ama bu işin aslı öyle değil.

Mehmet Barlas da 20 Mayıs 2022 tarihli Sabah'taki 19 Mayıs ve Bilinçli Gençlik başlıklı günlük yazısında bu konuya değinmektedir. Barlas şöyle diyor:
"Bir de sanki "eskiden her şey varmış gibi davranan ve yeni yatırımların kıymetini bilmeyen" gençlik de var. Onlara ulaşmak gerçekten zor. Siyaset mutlaka bunun bir yolunu bulmalı. Mesela ben askerliğimi 1974'te Antalya'da yaptım. Bugün bir turizm merkezi olan Antalya'nın o tarihlerde doğru düzgün bir oteli bile yoktu. Çocukluğumda Ankara'dan İstanbul'a ya otomobille 12 saatte ya da trenle 9.5 saatte giderdim. Bütün bunlar günümüz gençliği için inanılması zor hikâyeler gibi geliyor."
1974 doğumlu olarak her ne kadar X Kuşağında yer alsam da ben de Mehmet Barlas'a göre oldukça genç sayılırım. Fakat kendisinin anlattığı yokluklar da son derece aristokratik örnekler. Çok daha kötülerini hatırlıyorum. Köyde elektriklerin (1980'lerde geldi), Midyat merkezinde su şebekesinin olmadığı günlerimiz vardı. Su şebekesi de 80 ve 90'larda geldi. Köyde tuvaletlerin ilk yapıldığı zamanları hatırlıyorum. Ondan önce köyde tuvalet sadece camilerde vardı. Evlerin avlusunda mezbele tuvalet yerine kullanılıyordu. Yani köyde geçen çocukluğumuzun ilk zamanları neredeyse Ortaçağ'a benziyordu. Rahmetli ninemin köyde, takas ederek yumurta verip çay ve şeker aldığını hatırlıyorum. Köyde imam, berber, dişçi (diş çekimi yapan), kırıkçı vb hizmetleri yapanlar para almazdı. Ancak ürünlerin hasat döneminde bunların payları gönderilirdi.

Bu sadece Türkiye'de değil tüm dünyada böyledir. Motorlu taşıtların, sanayi ve endüstri ürünlerinin insanlığın hayatına girmesi bundan yaklaşık 150 yıl önce başladı. 80'li yıllarda internet ve cep telefonu diye bir şey yoktu. Evet Pentagon'da kullanılıyordu ama günümüz interneti ile kıyaslanınca o bile son derece ilkel kalmaktadır. Bundan 50 yıl önceki dünyanın en gelişmiş bilgisayarları, günümüzde Z kuşağı çocuklarının elindeki bir IPhone telefonuna kıyasla son derece ilkel kalacaktır. 1991'de Turgut Özal'ın Amerika'da Bypass ameliyatı olduktan sonra Türkiye'ye Teleks ile bağlanarak canlı yayında Ankara ile görüntülü görüşme yapması o günün koşullarında muazzam bir olaydı. Eminim ki Mehmet Barlas onu çok iyi hatırlıyordur.

Mehmet Barlas 1974 ila 2022 arasındaki farkı kıyaslayarak aradaki farkı YENİ YATIRIMLARA mal ediyor. Elbette bu yaklaşım doğru değil. 1974'teki hükümetler de kendi dönemlerinde YENİ YATIRIMLAR yapıyorlardı. Aradaki fark yatırımlardan değil, zamanın ruhundan kaynaklanıyor. 1974-2022 48 yıllık farkı kıyaslarsanız o zaman ondan bir önceki (48 yıllık) zaman dilimini de kıyaslayın: 1926-1974. 1974 kendisinden 48 yıl önceki 1926'dan muazzam bir fark attığını göreceksiniz. 1914'te tüm dünyadaki motorlu araba sayısı 500 bin iken 1975'te 300 milyona ulaşmıştı. 1928'de Kayseri'de kurulan uçak fabrikasının parçaları gemi ile Antalyaya getiriliyor. Sonra arabalarla Kayseri istikametinde iç kesimlere taşınıyor fakat bazı yerlerde arabanın geçeceği yol olmadığı için develerle taşınıyor. Yani "50 önce Ankara'dan İstanbul'a 12 veya 9 saatte giderdik" diyor ya, 100 önce de uçak fabrikasının parçaları develerle taşınmıştı.

1970'lerde tüp ve yağ kuyrukları vardı diyenlere ben de şu ilginç notu aktarayım: Rahmetli dedem anlatırdı. Halep'ten Midyata bir teneke gaz yağını sırtında taşıyarak getirmiş. Ankara İstanbul arası vardı ama başka yerlerde yaygın bir ulaşım yoktu. Dahası aydınlatma için kullanılmak üzere gaz yağı da yoktu. 1950'li yıllar olmalı. Midyat/Mardin'de gaz yağı tedarik edilemiyordu bu yüzden Halepten Midyat'a kadar taşımış. Yani 50'li 60'lı yıllarda bırakın tüp kuyruğunu, tüp zaten yoktu.

Neden böyle?

Çünkü sanayi devriminden bu yana teknolojideki yenilik ve gelişmeler her geçen gün katlanıyor. 2000li yıllarda 4. sanayi devrimine girdik ve şu anda da 5. sanayi devrimi döneminin başladığı söyleniyor. Böylece endüstriyel yaşamın, ulaşım ve iletişim araçlarının her 15-20 yılda bir katlanan gelişimine tanık oluyoruz. Bugün 20 yıl önceden çok daha ilerdeyiz ve 20 yıl sonra da bugünden çok daha ilerde olacağız. Bunun hükümetlerin icraatıyla bir alakası yoktur.


Paylaş:

Blog Arşivi

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *