Ömer Faruk Korkmaz ile Ebu Hanzala olarak tanının Halis Bayancuk Mihenk TV televisyon ekranlarında bir münazara için buluştular. Konu selefilerin ve kelamcıların bakışı ile Allah nerededir sorusunun cevabı idi. Tasavvufçu olarak bilinen Ömer Faruk Korkmaz "Allah göklerdedir" diyen selefilere reddiyede bulununca, selefi olarak bilinen Ebu Hanzala ile aralarında bu münazaraya meydana geldi. Mihenk TV de tasavvuf çizgisine yakın bir çizgide durmasına rağmen programın sunucuları tamamen tarafsız bir moderasyon gerçekleştirdiler.
Halis Bayancuk (Ebu Hanzala) neyi savundu?
Ebu Hanzala olarak bilinen selefi Halis Bayancuk sözlerine Kuran'daki muhkem ve müteşabih tanımı ile başladı. Ona göre Kuran’da en çok dile getirilen konular muhkemdir. Az getirilen konular ve misaller ise müteşabihtir. Bu bağlamda “istiva” “Errahmanu alel arşi isteva” ibaresi ile Kuranda birçok kez tekrar edilmektedir ve Ebu Hanzala’ya göre bu yüzden de muhkem bir ayettir. Allah’ın “fis semai” (semada) olduğunu kabul ediyor ama bunu mekânsal bağlamda da tecsime düşmemek için Ömer Faruk gibi reddediyor. Selefi çizgiye göre Allah “fis sema” ise fis semadadır. Bu gökte oluşun mahiyeti bilinmemekle beraber Kuran’ın kullandığı ifadeye sadakat gösterilmesi gerekir. Kuran Allah’ın eli yüzü vardır diyorsa vardır, ancak biz onun mahiyetini bilemeyiz. Kelamcılar tenzih konusunda aşırıya giderler. Bu yüzden Allah’ın zat ve sıfatları ile ilgili tüm ifadeleri mecaza yorumluyorlar. Örneğin ayette geçen Allah’ın eli ifadesinde elin kudret anlamında olduğunu ve el olamayacağını savunuyorlar. Halbuki el’den birinci derecede anlaşılacak olan kasıt el’dir. Elbette el (veya yüz) Allah için söz konusu olduğunda başka hiçbir varlığın eline benzemeyecektir.
Kuranı kerimde ve çeşitli hadislerde geçen “men fissemai” (gökte olan)’dan kasdın Allah olduğu konusunda her iki tartışmacı da ittifak sağladılar. Ebu Hanzala Allah’ın gökte oluşu (fis semai) hakkında çeşitli hadisler ve seleften çeşitli görüşler de aktırdı. Cariye hadisinde Peygamber (sa)’e bir cariye getirildi. Onun müminliğini sınamak için ona sorduğu soru ve cevaplarda “kime inanıyorsun”, “Allah’a”, “Allah nerede?” “Gökte”, “peki ben kimim”, “Allah’ın elçisi” şeklinde bir diyalog geçiyor. Böylece Allah’ın Resulu (sa) “Allah göktedir” diyen avamdan bir kadının imanını tasdikliyor. Ebu Hanzala bunun gibi başka hadisler ve sahabe ile tabiinden olan seleften görüşler de aktarıyor. Öyle ise Allah göktedir (fis semai) demek caiz olmalıdır.
Allah’ın bedenen İsa’yı kendisine refettiğini, yukarıya kaldırdığını ve bunun Ehli Sünnet inancına göre mecaz değil hakiki anlamda olduğunu vurguladı. Yine Peygamber Efendimiz (sa) Miraç’ta semanın fiziki katlarını çıktığı ve bir noktadan (sidretül münteha) sonra Cebraili de geride bırakıp Allah’ın huzura vardığını ve bunun mecazi olmadığını anlattı. “Eyne ma tuvellu fe semme vechullah” ayetinde de yön olduğunu, Peygamberi’in (sa) dua ederken ellerini göğe doğru kaldırdığı, Allah’tan bahsederken göğü işaret ettiği ve bunun gibi başka örnekler de verdi. Yine Allah’ın gecenin yarısında en yakın semaya indiğini ve “tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim” şeklinde bilinen hadisten bahsetti. Fakat bunları söylerken de “teşbih ve tecsime” düşmemek için Allah’ın zatının semada fiziken olmadığı veya bunun mahiyetinin bilinemeyeceği konusunda da ısrarlı bir açıklamada bulundu.
Ebu Hanzala’ya göre muarızı olan Ömer Faruk ile aralarında savundukları şeyin nihayeti (Allah’ın mekânda olamayacağı) konusunda fark olmadığını fakat kavramların açıklaması konusunda fark olduğunu söyledi. Ona göre sorun teşbih ile ilgili getirilen tanımın farklılaşmasından kaynaklanıyor.
Ömer Faruk Korkmaz neyi savundu?
İsmailağa cemaatine yakınlığı ile bilinen Ömer Faruk hoca da Allah’ın zat ve sıfatları inancı konusunda Maturidi kelam ekolunu savunuyor. Ona göre “Er Rahmanu isteva alel arş” ifadesini muhkem olarak kabul etmek bizi müşebbihe ve mücessime’ye götürecektir. Bu da ciddi bir itikat sorunudur. Ömer Faruk Arapça ibarelerin Türkçeye çevrilmesinden meydana gelen hatalara örnek verdi ve Kuran ve Hadis ibarelerinin bugünkü Türkçe’ye çevirildiği anlamı ile anlaşılamayacağını savunuyor. Kuranda bununla ilgili birçok örnek var. Örneğin Kuran Firavun hakkında “ale fil arzi” (yer yüzünde yüceldi/yükseldi) ifadesinde fiziksel bir yükselme kastedilmediği, büyüklük taslama ve yücelme anlamında olduğu şeklinde örnekler veriyor. Selef alimlerinden getirdiği örneklerle İsteva alel arş’ta geçen Ala’nın uluviyet anlamında anlaşılması gerektiğini ve bu uluviyetin fiziksel manada değil, yücelme manasında olduğunu vurguluyor. Yine aktardığı selef alimlerinden “fis semai”yi “ales semai” olarak açıklayanlara örnekler verdi. Bu durumda yine “ale” uluviyyet olacağı için mekân anlamında kullanılamayacağını iddia ediyor.
Yine isteva için istila (kapsama, ihata etme, kuşatma) anlamını veriyor.
Tartışma usulleri
Her ikisinin de konuya hazırlıklı olduklarını ve tartışmaya/münazaraya müstait olduğunu gözlemliyoruz. Tartışmada görülmeyen bir gerilim var ve programın sonunda bu gerilimi her ikisi de ortaya koydular. Ömer Faruk bitiş konuşmasında “buraya fikirlerimizi düzeltmek için gelmedim, buraya bu düşünce ile mücadele etmeye geldim ve bundan sonra da ilmi bir çerçevede bu mücadeleyi sürdüreceğim” diyerek karşı tarafı bir rakip ve düşman hattı olarak görmeye devam edecekleri mesajını verdi. Ebu Hanzala da benzer bir tonda gerilimi sürdürerek, tasavvufçuların kendi camiasını yalan, iftira ve tehditlerle sindirmeye çalıştıklarını ve bu yüzden münazarayı kabul ettiklerini söyledi. Keşke ikisi de kardeşlik hukukundan bahsetselerdi.
Halis Bayancuk başlangıçta savunma modundaydı. Biz Allah’a mekân izafe etmiyoruz. Kuranın ve hadislerin kullandığı ifadeleri benimsiyoruz diye bize müşebbihe ve mücessime muamelesi yapılmamalı savunmasındaydı. Ömer Faruk ise başlangıçta daha ataktı. “Biz de sizin gibi Allah’a mekân izafe etmiyoruz” savunması Ömer Faruk’un elindeki argümanları önemli ölçüde zayıflattı. Ancak Ömer Faruk iyi bir münakaşacı olduğunu kanıtlıyor. Hiçbir sorunun ve eleştirinin altında kalacak değildir.
Halis Bayancuk’un istenmeyen soruları “başka bir şey anlatıyorum” diye kolayca savuşturması, muhatabına sorular yöneltip “konuşmamı tamamlamama izin verin” diye çıkışması ama kendisinin zaman zaman karşısındakinin sözünün arasına girebilmesi onun da kolay bir tartışmacı olmadığını gösterir.
Konuların değerlendirilmesi
Yukarıda iki hocanın da tartışmasını genel hatları ile vermeye çalıştım. Şimdi konuları bir de benim kendi perspektifimden değerlendirmek istiyorum.
Tenzih sorunu
Bir kere “tenzih” sorunlu bir kavramdır. Allah her şeyden münezzehdir. Peki bu nerede yazıyor? Bunun kaynağı delili nedir? Hangi ayet, hangi hadis Allah’ın her şeyden münezzeh olduğunu söyler? Elbette bu kelamcıların uydurduğu bir felsefedir ve ayet ve hadislerle çözülemeyeceğinden birçok ayeti temsiliyet ve teşabih ile açıklamak durumunda kalıyorlar. Evet Kuran’da tenzih ifadesi de hiç yoktur. Hadis uzmanı değilim ama içinde tenzih geçen bir Hadis de duymadım. Kuranda “tenzih” anlamında “süphan” ifadesi geçer. Örneğin
“Kalut tehezellahu veleden, bel subhanehu, lehu ma fis semavati vema fil arz” (Bakara 116) “Dediler ki Allah çocuk edindi, bilakis O suphandır (O münezzehtir anlamında) göklerde ve yerde olanlar O’nundur”.
Bunun dışında Allah’ın zatı ile ilgili soyutlama ve dışlama anlamında bir tenzih kullanılmaz. Allah’ın zamandan ve mekândan münezzeh olduğunu gösteren bir kanıt yoktur.
Bu konuda bilinen tek kanıt “Leyse ke mislihi şey’un” (O’nun bir benzeri yoktur) ayetidir.
İbn Arabi bu ayeti “O’nun mislinin benzeri yoktur” der. Çünkü hem benzetme (ke)si hem de misli=örneği ibareleri vardır. Yani şöyle demiyor: “Leyse kemahu şey’un”. Veya şöyle de demiyor: “Leyse mislehu şey’un”. Dolayısı ile hem “ke” hem de “mislihi” (kemislihi) geçer. Bu da örneğinin benzeri demektir.
İfadeye bir bütün olarak bakıldığında ise Allah’ın “benzeri/örneği/eşiti/dengi” yoktur manası çıkar. Bu da Allah ile hiçbir benzerlik kurulamayacağı anlamını vermez. Allah sıfatlar konusunda benzerdir. Uluhiyet dışında bilinen tüm sıfatları başta insan ve melekler olmak üzere başka varlıklarda da benzerleri vardır. Allah alimdir, semidir, basirdir, halık’tır ve benzer şekilde bu sıfatlar başkaları için de geçerlidir. Mesela “teberekallahu ahsenul halikin” der. (Yaratanların en güzeli olan Allah kutludur).
Allah benzerliği sadece sıfatlarda değil, zatına ilişkin konularda gösterir. İnsanlar için kullanılan yed (el) ve vech (yüz) gibi şeyleri kendisi için kullanır. Bunlar mecaz olsa da Kuran bu mecazi teşbihi kurmuştur. Dolayısı ile teşbih ile ilgili kelamcıların yaptığı her tür tenzih elbette asılsız bir iddiadır.
Allah’ın zat ve sıfatlardaki teşbihi keyfiyet konusunda ayrılır. İnsan semi ve basirdir Allah da semi ve basirdir ama Allah’ın sem’ ve basar’ının keyfiyeti farklıdır ve bizim idrakimizin üzerindedir. Keza “Allah’ın iki eli de açıktır” (yedahu mebsuteteni) denildiğinde bunun mecaz mı yoksa gerçek mi olduğunu da bilemeyiz. “Bu mecazdır” diyenler bunun mecaz olduğunu nerden biliyorlar? Delilleri nedir?
“vel arzu cemian kabdetühü yevmel kıyameti ves semavatu matviyyatun bi yeminihi” (yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle onun avucundadır, gökler ise O’nun sağ eliyle dürülmüştür) (Zümer 67). Burada kıyamet gününde dünyayı avucunda pençesinde tuttuğunu, gökleri de sağ eliyle burup büktüğünü anlatıyor. Bunlar mecaz mı? Bunların mecaz olduğuna kim karar veriyor? O zaman kıyametle ilgili haberlerin tümü mecazdır diyenlere ne diyeceğiz? Elbette mecaz değildir ama mahiyetini keyfiyetini bilmiyoruz. Çünkü bu konuda bize daha fazla bilgi verilmemiştir.
Muhkem ve Müteşabih mi yoksa Hakiki ve Mecazi mi?
Her iki hoca da muhkem ve müteşabih konusunda farklı tanımlar yaptılar. Ebu Hanzala’ya göre geniş yolda olanlar (ummul kitap) muhkemdir diğerleri müteşabih. Ömer Faruk ise muhkemlik konusundaki yaygın bir hatadan bahsetti. Mealcilerden “İşte (fussilet ayatuhu) (ayetleri tafsilatlı olarak açıklandı) ee demek ki Kuran açıklanmış, o zaman sünnete ne gerek var” diyen ve salt zahire bakan bir kesimin yaptığı hataya işaret etti. Demek ki muhkemliği salt zahiri anlamda almamak gerekir. Onun açıklamasına göre muhkemlik ancak selefin manayı açıklamasına göre doğru anlaşılabilir.
Bence bu tanımların ikisi de yanlış.
Peki Muhkem nedir?
İpucu adında. Hüküm (yargılama) içeren ayetlerdir. Emirleri, yasakları, helalleri ve haramları ve başka değer yargılarını, doğruları ve yanlışları içeren tüm ayetler muhkemdir. Ayetin muhkemliği çokluk azlık durumuna göre değerlendirilemez. Mesela abdest ve teyemmüm ayeti bir kez geçer ama muhkemdir. Çok net, somut ve hakiki bir hüküm içerir. Fakat birçok yerde kafirler hakkında geçen “summun bukmun umyun” (kör sağır dilsizdirler) ibaresi alenen mecazdır. Hakiki (fiziksel) değildir. Kafirlerin bedenen kör sağır ve dilsiz olmadıkları biliniyor ama bununla manevi körlük sağırlık dilsizlik kastediliyor.
Konuyla bağlamı açısından ise muhkemlik ve müteşabihlik değil belki hakikilik ve mecazilik kavramları ile değerlendirmek gerekir. Allah’ın elinin olması hakiki midir yoksa mecazi midir? Konuyu bu perspektifte değerlendirmek daha isabetli olacaktır.
Hakikilik ve mecazilik nasıl anlaşılır?
Hakikilik ve mecazilik anlamı sözün akışından anlaşılır. Aslında bu konuda Kuran’da yapılan Türkçe meal ve Kuran Arapçası arasında fazla bir fark bulunmuyor. Örneğin kafirler için (summun bukmun umyun) diyor. Kör sağır ve dilsizdirler diyor. Eee ama kafirlerin kör sağır ve dilsiz olmadığını biliyoruz, o zaman bu mecazdır. Şimdi “Allah’ın eli açıktır” denildiğinde de bundan kesin olarak “cömertlik” manasını çıkarabiliriz. Çünkü Arapça’da olduğu gibi Türkçe’de de böyle kullanırız. Fakat neden “iki eli” diyor? Burada cömertliğe vurgu olduğu gibi iki ele de vurgu var.
Vechullah ayrı bir konudur
Vechullah ise terminolojik bir kavramdır ve Allah’ın yüzü veya zatı anlamına gelmez. Bu Allah’ın rızası anlamında kullanılan bir terimdir. Kuran’da da vechullah veya veçhi rabbihi 10 ayrı yerde geçer. Bunların 8 tanesinde açık bir şekilde Allah’ın rızası kastedildiği görülüyor. Mesela İnsan süresi 9. Ayette “innema nut’imukum li vechillah” (Biz Allah rızası için size yediriyoruz). Kimse bunu “biz Allah’ın zatı için size yediriyoruz” diye anlamamıştır. Diğer 7 ayet de bu şekildedir. Fakat şu iki ayet aslında onlar da aynı anlamda olmasına rağmen maalesef onlar Allah’ın zatı anlamında anlaşılmış. Halbuki bu hatalı bir tefsirdir. “Eyne ma tuvallu fesemme vechullah” (Bakara 115) (nereye dönerseniz Allah’ın yüzü/yönü orasıdır). “Nereye yönelirseniz Allah’ın rızasını gözetiniz” şeklinde tefsir etmek daha doğrudur. Diğeri de Rahman süresi 26-27. ayetidir. “Kullu men aleyha faan, ve yebka vechu rabbike zul celali vel ikram”. Şimdi Allah’ın zatı “aleyha” (dünyanın üzerinde) midir? Yoksa şöyle çevirmek daha doğru değil midir: “Üzerindeki herkes yok olacaktır. Yalnızca Zül celali vel ikram olan Rabbinin rızası baki kalır.”
Nitekim Kehf süresi 46. Ayeti de bu anlamı destekliyor: “El malu ve benunu ziynetul hayatit dünya vel bakiyetus salihatu hayrun inde Rabbike” (Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki olan salih ameller ise Rabbinin yanında daha hayırlıdır.). Demek ki baki kalan şeyler salih ameller ve Rabbinin rızası (vechilleh)dır.
Vechillah’ın geçtiği diğer ayetler için bakınız: Bakara 272, Enam 52, Rad 22, Kasas 88, Rum 38, Rum 39, İnsan 9, Leyl 20.
İstiva ne anlama geliyor?
Kuran’da İstiva kelimesi 15 yerde geçer. Bunun 9 tanesi Allah için kullanılıyor. Allah için kullanılanların 2 “isteva iles semai” (Bakara 29, Fussilet 11) diye geçerken, 7 tanesi de “isteva alel arşi” (Araf 54, Yunus 3, Rad 2, Taha 5, Furkan 59, Secde 4, Hadid 4) diye geçiyor. Fiilin üç kullanım hali var. Yalın olarak isteva, isteva ila ve isteva ala. İsteva ila yönelmek anlamına geliyor. İsteva ale ise üzerine oturmak üzerine kurulmak. Mesela Nuh’un gemisi için “vestevet alel cudiyyi” (Hud 44) diyor. Cudiy’nin üzerine oturdu. Hayvanların sırtına binilince de “isteva ale zahriha” (sırtına bindi) deniliyor.
Şimdi Allah göğe istiva etti (isteva ila) denildiğinde onu düzenlemek için ona yöneldi anlamında kullanılıyor. Arşa istiva etmek (isteva ala) ise farklı bir kullanımdır. Burada üzerine oturmak gibi bir mana belirgin olsa da bu daha ziyade politik bir terime benziyor. Kral tahta oturdu veya padişah tahta çıktı denildiğindeki gibi bir anlamı var. Padişahlar için cülüs terimi kullanılır. Cülüs oturmak (celese) anlamında bir eylem olsa da padişahın cülüs etmesi egemenliğini başlattığı anlamına gelir. Allah’ın bir oturma eylemi yapıp yapmadığını yaptıysa da keyfiyetini bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz şey, Allah’ın yeri ve gökleri yarattıktan sonra Rahman adıyla arşa oturup yer ve gökler üzerinde hakimiyet ve egemenliği icra ettiğidir. Dolayısı ile isteva alel arşi öncelikli olarak mecazi bir kullanımdır. Hakiki bir anlam içerip içermediğini bilmiyoruz.
Allah’ın kürsüsü de bilgi ve egemenliği ile ilgilidir. Ayetel kürside “Vesia kursiyyuhus semavati vel arz” (O’nun kürsüsü gökleri ve yeri doldurmuştur) diyor. Burada Kürsü gökleri ve yeri kuşattıysa biz bunun fiziki unsurlarını neden göremiyoruz. Hadiste yer ve göklerin Kürsü’ye nisbetinin sahraya (çöle) atılmış bir demir halkası kadar olduğu belirtiliyor. Kürsü’nün arşa nisbeti de yine bir çöle atılmış bir demir halkası kadardır. Bu kıyaslamalar Allah’ın bilgisi ve hükümranlığı ile ilgilidir. “Gökleri ve yeri altı günde yarattı ve sonra Arşa istiva etti. Yere gireni ve ondan çıkanı, göğe yükseleni ve ondan ineni bilir. Ve nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir ve bütün yaptıklarınızı bilir.” (Hadid 4) Arşa istivası görüldüğü gibi yer ve gökler içindeki her bir zerrenin bilgisi ve kontrolu ile bağlantılıdır. Dolayısı ile arş ve kürsüdeki bilgi ve kontrol yer ve göklerdeki bilgi ve kontrole kıyasla çöldeki bir halka gibidir.
Allah’ı teşbih etmek tecsim sorununa yol açmayacak mı?
Hayır açmıyor. Bir kere teşbihi yapan bizatihi Kurandır. Diğer yandan Allah’ı aşırı soyutlama da elbette doğru değildir. Allah hiçbir fiziki varlığı olmayan soyut bir varlık mıdır? O zaman neden kendisini “nur”a benzetir? “Allah yerlerin ve göklerin nurudur. Onun nurunun meseli…” Dikkat ediyor musunuz kendi zatı ve nurunun hakikati için benzetme yapıyor. Peki Musa neden “Ey rabbim seni görmek istiyorum” dedi. Görülmesi mümkün olan somut bir varlığı olduğu için mi? Allah elbette ki künhünü bilmediğimiz soyut olmayan gerçek somut bir varlıktır. Bu yüzden ruyetullah haktır. Musa bu dünyada iken ruyetullah’ı istemiştir. Ancak bu dünyadaki maddemiz O’nun özü nur olan cevherini kuşatabilecek durumda değildir. Bu yüzden Allah Musa’ya beni göremezsin diyor. Sonra Allah bir dağa tecelli ediyor. Yani kendini dağa gösteriyor ve O’nun nurunun şiddeti dağı paramparça ediyor. Allah elbette evrendeki maddelerden oluşmuş bir cisim değildir. Fakat varlığının bir cismi olmadığı anlamına gelmiyor.
Allah gökte midir?
Hayır bu tefsir yanlıştır. “E emintum men fis semai en yahsife bikumul arda” (gökte olanın sizi yerin dibine geçermeyeceğinden nasıl emin olursunuz) (Mülk 16), bu ayette geçen “men fissemai”den kastın Allah olduğu nerede yazıyor? Belki de azabı indirmekle görevli olan meleği kastediyordur. “Kem min melekin fis semavati …” (gökte nice melekler vardır) (Necm 26).
Dolayısı ile sırf Mülk 16’ya dayanarak Allah’ın gökte olduğunu iddia etmek doğru değildir. Ancak Allah’ın dilerse istediği bir zamanda ve yerde tecelli etmeyeceği anlamına gelmez. Nitekim Musa’nın dağına tecelli etmişti.
Cariye hadisi
Yukarıda Cariye ile ilgili verilen hadis, bağlamından kopuk olarak incelenirse tuhaf bir hadistir. Peygamber bir kadına neden “Allah nerededir” diye sorsun ki? Öncelikle bu olay Mümtehine 10. Ayetin bir cevabıdır. “Ey müminler bir kadın size hicret ettiği zaman onun imanını imtihan edin.” Resulullah (sa) da bu kadının imanını imtihan ediyor. Rabbini sorunca Allah diyor, Allah nerede diye sorunca da gökte diyor. Şimdi bir an düşünelim. Eğer bu kadın mümin olmasaydı ve imanı tam olarak kavramamış bir zamane Arap cariyesi olarak nasıl cevap verecekti? Allah nerede diye sorunca herhalde kabedeki putlardan biridir diye cevap verecekti. Burada Hz. Peygamber ters bir soru sorup onun soyutlama yeteneğini sınıyor. Yoksa İslam’da Kuranda ve Sünnette Allah’ın semada olduğuna dair görüşün bir temeli yoktur.
Sonuç
Konu uzun ve çok dağılıyor. Bununla birlikte hem benim hem de hocaların ele almak istediği fakat ele alamadığı çok konu var. Münazara yapmanın zorluğu da buna eklenmelidir.
Ömer Faruk Korkmaz Hoca tasavvuf ehli olmasına rağmen vahdeti vücuda yakın temsiliyete dayalı bir tasavvurdan ziyade Maturidi’nin klasik kelami bir anlayışını benimsiyor. Bu da ilginç tabi ki. Halis Bayancuk Hoca ise İbn Teymiyye’ye kadar giden somut selefi çizgisini benimsemiş olmakla birlikte teşbih konusunda diğerlerinden pek de farklı bir vaziyet almıyor.
İslam’da teşbih ve tenzih konusu abartılmıştır. Allah her şeyden münezzeh olan soyut bir varlığa dönüşmüştür. Halbuki Kuranda böyle bir tenzih olmadığı gibi böyle bir tarif de bulunmuyor. Allah kendisini vasfettiği gibidir. Bu konuda endişe edilmesi gereken şey Kuran’ın zahiri ile aykırı düşmektir. Allah arşa istiva ettiden maksat istiladır derseniz o zaman Nuh’un gemisi de Cudiy’i istila etmiştir demelisiniz. Halbuki manaları farklılaştıran keyfiyettir. Damla da sudur okyanus da sudur. Damla ve okyanus kıyas edilse de bir “kemislihi” durumu olması imkansızdır.
0 yorum:
Yorum Gönder