28 Mart 2025 Cuma

Osmanlı'da Bayram Selası


Osmanlı döneminde bayram selası şöyle okunurmuş. Şu güzelliğe bakar mısınız?
 
Leysel 'idu limen lebisel cedid
İnnemel 'idu limen hafe minel va'id
 
Leysel 'idu limen rekebel mataya
İnnemel 'idu limen terekel hataya
 
Leysel 'idu limen basatal bisat
İnnemel 'idu limen teceveze ales sirat
 
Tercümesi:
 
Bayram yeni elbise giyenlerin değildir
Bayram kıyamet azabından korkanların bayramıdır.
 
Bayram bineklere binenlerin bayramı değildir
bayram günahları terkedenlerin bayramıdır.
 
Bayram evini dayayıp döşeyenlerin değildir
Bayram sırat köprüsünden geçebilenlerin bayramıdır.
 
***
 
Tüm İslam aleminin bayramını tebrik eder; Filistin'in mansur, ümmetmizin mamur; tüm müslüman ve müminlerin ibadetinin mebrur, dualarının makbul, kalplerinin mesrur olmasını niyaz ederim.

Paylaş:

İmamoğlu ve İBB ile MEB arasındaki kreş sorunu


İmamoğlu yolsuzluk ve terör suçlaması ile gözaltına alındığında sorgudaki ifadesinde "Kreş konusundaki icraatı nedeniyle kendisine siyasi kumpas kurulduğunu" söyledi.

Hapishanede iken de yine "Kreş açtığım için hakkımda soruşturma açılmış. İfade vermek isterdim ama şu an gözaltındayım, yoksa seve seve bu şehrin çocukları için yaptığımız kreşleri tüm gücümle savunurdum. Kreş açma suçunu işlemeye devam edeceğiz" açıklamasında bulundu.

Suçu kendine göre popülize ve politize edip suç olmaktan çıkarıyor. O zaman şöyle soralım:

Diyelim ki ben de şehrin çocuklarını eğitmeye, hizmet etmeye karar verip İstanbul'da bir kreş açtım ama belediyenin ruhsat için talep şartları yerine getirmediğim için ruhsatsız devam ettim. Gelen belediye personeline de "gücünüz yetiyorsa gelin kapatın" diyerek rest çektim. Olur muydu Ekremciğim? Çünkü Ekrem'in yaptığı tam olarak bu.

Şimdi ben bu konuyu biraz araştırdım ve detaylarını sizinle paylaşayım.

Okul öncesi kurumların niteliği yaşa göre belirleniyor. Buna göre Kreş ve Anaokulu farklıdır.

- 0-24 aylık yaş arasında çocukların dahil olduğu kuruma KREŞ deniliyor ve bu kreşlerin yönetimi Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlıdır. Bakanlığın Resmi gazetede 29342 sayılı Yönetmeliğinde tanımların yer aldığı Madde 4'ün h. fıkrasında "Kreş: 0-24 aylık çocuklara hizmet veren kuruluşu" diye tanımlanıyor.

- 36-68 aylık yaş arasındaki çocukların dahil olduğu kuruma da ANAOKULU deniliyor. MEB'in Okul öncesi yönetmeliniğinin Madde 4 a) fıkrasında yine "Anaokulu: Eylül ayı sonu itibarıyla 36-68 aylık çocukların eğitimi amacıyla açılan okulu" şeklinde tanımlanmaktadır.

Özetle 0-24 arası aylık olan çocukların olduğu kurumlara "kreş", 36-68 arası aylık olanlara da "anaokulu" denir.

Şimdi İBB'nin açtığı "Yuvamız istanbul" kurumunun web sitesinden baktığımızda şöyle yazıyor: "3-6 yaş aralığındaki çocukların ihtiyaçlarını gözeterek; onların bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimlerini destekleyen güvenli ve zengin öğrenme ortamları sunan bir kurum olmayı hedefliyoruz."

Yani senin kurduğun Kreş değil Anaokuludur. Dolayısı ile anaokulu açılması işletilmesi ve yönetilmesi tamamen Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır. Özel anaokulları açılsa dahi bu da Özel okullarda olduğu gibi tamamen Milli eğitime bağlıdır.

İBB'nin açtığı ve kreş adı verdiği anaokulları MEB'e bağlanmayı ve denetlenmeyi kabul etmemekte ve ilgili mevzuatı çiğnemektedir. MEB, Yuvamız İstanbul kurumunun kapatılmasını veya MEB'e devredilmesini resmi olarak talep etti. İmamoğlunun buna verdiği cevap "güçleri yetiyorsa gelsin kapatsın" şeklinde oldu.

Cin olmadan şeytan çarpmaya kalkmak deyimi böyle bir şeydi galiba 😃

Paylaş:

19 Mart 2025 Çarşamba

İklim Anlaşmaları ve Biz


İklim anlaşmalarının ve buna bağlı olarak ülkemizde çıkarılmak istenen iklim kanununun arkasındaki düşüncenin özü şudur:

Dünyada sanayi devriminden bu yana çok fazla fosil yakıt kullanıldı ve bu fosil yakıt kullanımı her geçen gün artıyor. Kömür petrol doğalgaz gibi fosil yakıt kullanıldığında karbon ve sera gazları ortaya çıkıyor. Atmosfere yayılan sera gazları da güneş ışınlarını tutarak dünyayı daha fazla ısıtıyor. Böylece son yüzyılda dünya iklim sıcaklığının yaklaşık 1.5 santigrad derece arttığı ortaya çıkmış bulunuyor. Eğer tedbir alınmazsa bu daha da artmaya devam edecek. Küresel ısınma denilen olay budur. Bu ısınma da dünyanın genel iklim dengesini bozuyor. Buzullar daha fazla eriyor deniz seviyesi yükseliyor ve bir çok küresel iklim ve çevre sorununa neden oluyor. Mesela son dönemlerde tüm dünyada bu kadar orman yangınları çıkmasının sebebi de budur. Dünya çölleşiyor. Bizim Türkiye'nin tarım ve mera alanlarının yarısı çöl oldu. Bunlar hep küresel ısınmanın sonuçları...

İşte bu yüzden ülkeler ve bilim adamları bir araya gelip kömür petrol doğalgaz gibi fosil yakıtı azaltıp bunun yerine yenilenebilir enerji üretimini öneriyor. Bu da güneş enerjisi rüzgar ve hidrolik enerji gibi enerjilere yönelmek anlamına geliyor. Çünkü yenilenebilir enerji temiz enerjidir ve hem çevre kirliliğini hem de küresel ısınmayı önler. Bu yüzden dünya ülkeleri Paris ve Kyoto gibi küresel iklim anlaşmaları yaptılar. Bütün bu anlaşmalarda ana düşünce karbon ve sera gazlarının azaltılması ve yenilenebilir enerji hedeflerinin artırılmasıdır.

Yenilenebilir enerji gelişmekte olan ülkeler için kısa vadede efektif değildir. Çünkü başlangıçta yatırım maliyeti yüksektir. Fosil kullanımı içinse bir yatırım maliyeti yoktur. Sadece gelişmekte olan ülkeler değil hızlı ve agresif bir kalkınma isteyen ülkeler de fosil yakıtı tercih ediyor. Mesela Trump'ın iklim anlaşmalarından çekilmesinin sebebi budur. Fakat bu sadece gezegenimize değil kendi ülkesine de zarar verir. Bugün iklim anlaşmalarını imzalamayan ve bu konuyu es geçen ülkelerden biri de İran'dır ve İran şehirleri dünya sıralamasında en kirli havaya sahip olan şehirler arasındadır.

İklim anlaşmalarında da her ülke için belirli bir karbon emisyon hedefi vardır. Büyük ülkeler yatırım zorluğu çeken küçük ülkelere bu konuda ödenek de ayırırlar veya ayırmaları gerekir. Bu konuda pratikte sorunlar olabiliyor. Fakat her ülkenin gücü nisbetinde buna uyması kendisi için de faydalıdır.

Onun için arkadaşlar iklim anlaşmaları genel olarak iyi bir şeydir. Türkiye hükümeti de bunun önemini son yıllarda farketmiştir ve bu konularda atılan adımlar da son derece değerlidir.


Paylaş:

14 Mart 2025 Cuma

Osmanlı'dan günümüze azınlık sorunları

 

Osmanlı'da azınlık isyanları ilk olarak 1815'te Sırp isyanı ile başladı. Ruslar Sırp isyanını destekledi ancak Avrupa bu konuda net bir tutum gösteremedi. Çünkü o ara Avrupa'da Metternich sistemi denilen, krallık ve imparatorlukların parçalanmasına karşı bir politika hakimdi. 1815'te Viyana kongresinde temelleri atılan bu sistem temel olarak Fransız ihtilalinin etkilerine karşı kurulmuştu. Avrupalılar ilk başta Osmanlı'yı da bu sisteme dahil etmişti. Fakat öte taraftan Osmanlı'ya karşı Hıristiyan azınlıkları da desteklemek istiyorlardı. Osmanlılar isyanı bastırdı fakat Sırplara özerklik vermek zorunda kaldı.

Daha sonra 1821'de Yunanlılar ayaklandı. Bu kez tüm Avrupa Yunan isyanını destekledi. Avrupa'nın her yerinde Yunanlıların safında bağımsızlık savaşı vermek için Avrupalı aydınlar çağrıda bulunuyor ve seferber oluyorlardı. Osmanlı ve Mısır birlikleri gemilerle Mora yarımadasına taşınırken İngiliz Fransız ve Rus ortak donanması Navarin limanında Osmanlı donanmasını yakarak imha etti ve Avrupa'nın bu yardımı ile Rumlar Yunanistan'ı kurdular. Bu durum diğer azınlıklar için bir model oldu.

Yabancı müdahale azınlıklar için şehvetli bir hal aldı. Sırplar Bulgarlar Makedonyalılar Arnavutlar ve diğer halklar bunun için bir çok kez isyan etti ve başta Rusya olmak üzere Avrupa ülkelerinin çeşitli kışkırtma destekleme ve müdahaleleri ile bağımsızlıklarını kazandılar.

Fakat bu sistemin ilk kurnanı Ermeniler oldular. Ermeni komitacılar yabancı müdahaleyi celbetmek için birçok kez Ermeni halkının canını kendi elleri ile ateşe atmışlardır. 1905'te Adana ve Kilikya bölgesinde nüfusu %10'u geçmeyen Ermeniler bu bölgede isyan çıkarmış ve müslümanlar ile ermeniler arasında Ermenilerin aleyhine sonuçlanan şiddetli çatışmalar meydana gelmiştir. Başka Ermeni isyanları da olmuş ve en sonunda 1915'te büyük sürgüne kadar gitmiştir. Neticede ne İngilizler ne Fransızlar ne Amerikalılar ne de Ruslar Ermenilere yardım edebilmiştir. Hala da Ermeni lobisi Türkiye'ye karşı batıyı kışkırtmaya çalışmaktadır. Ancak bundan somut bir sonuç alamadıkları gibi Ermeni diasporasını Ermeni halkının ve devletinin kamburu haline getirmektedir.

Bu durumu yaşayan ikinci bir azınlık da Kürtlerdir. Türkiye'de Suriye'de Irak'ta ve İran'da siyasi ve askeri mücadele yolunu seçen Kürt grupları batıdan bir miktar destek aldılar. Barzani kuzey ıtakta otonom bir bölge edindi. Türkiye'de PKK ve Suriye'de PYD batının yeterli desteğini sağlayamadığı gibi her iki grup da kendini feshetme noktasına geldi. Neticede Kürt siyasi hareketi çatıştığı ülkelerle çatışmayı bırakarak uzlaşmak zorunda olduğu bir aşamada bulunuyor.

Şimdi aynı süreci Suriye'de Alevi/Nusayri ve Dürziler yaşıyor. Dürzileri sadece İsrail destekliyor. Nusayrileri ise kısmi yada tam destek olmak üzere İsrail İran ve Rusya destekliyor. İran ve Rusya zaten devrim sırasında etkilerini yitirdiler. İsrail desteği ise sadece Suriye'de kaos yaratmak içindir.

Dışardan destek beklentisi içinde olan bir diğer halk da Filistinlilerdir. Filistinliler yıllarca Arap ülkelerinin ve halklarının desteğini ve kurtarmasını beklediler. Kısmi destek olmuştur ama Filistinlileri dışardan gelen hiçbir gücün kurtaramayacağını artık Filistinliler de anlamıştır. Fakat diğer tüm örneklerin aksine Filistinlilerin İsrailliler ile birlikte yaşaması olası değil. Çünkü bu İsrail'in devlet kuruluş mentalitesine aykırıdır. İsrail bir Yahudi devleti olarak kurulmuştur. 1948 Filistinlilerin sürgün edilmesinden sonra geriye kalan çok küçük bir Arap azınlığı dışında hiçbir Filistinli'ye vatandaşlık hakkı vermemiştir. İsrail bunu yahudi demografisinin bozulmaması için yapmaktadır. Dolayısı ile geriye kalan Filistinlilere vatandaşlık vermediği gibi onları da sürmek istemektedir. Bu durumda bir anlaşma ve ortak yaşama zemini yoktur.

Türkiye Suriye bağlamında dönecek olursak; devlet ve ana akım Sünni Türk veya Arap kitlesi ülkenin tarihsel unsurlarından olan tüm azınlıklara kültürlerinin devamını sağlamak için ihtiyaç duydukları her tür haklarını vermeli ve kimlik haklarına saygılı olmalıdır. Ve yine azınlıklar diğerlerine saygı göstermeli, kendini azınlık olarak görmemeli, uç ve radikal hareketlerden uzak durmalı ve azınlık siyaseti gütmemelidir.

Not: Bu yazı ilk olarak islamdunyasi.net sitesinde yayınlandı. 



Paylaş:

13 Mart 2025 Perşembe

Hayırseverlik bir İslam icadı mı?

Hayırseverliği bireysel ve kurumsal anlamda insanlığa öğreten İslamiyettir.

İslam dışında (ve nispeten Hıristiyanlık) hiçbir din ve ideoloji hayırseverliğe yer vermemiştir. Örneğin Hindu dininde alt tabakada yaşayan Paryalar (onlara Dokunulmazlar veya Dalitler de deniliyor) son derece alçaltıcı bir yoksulluğun içinde yaşarlar. üst sınıftaki insanların Paryalara sadaka vermesi Hindu dininde yasaktır.

Bu durum Japon milli dini olan Şintoizm'de de çok belirgindir. Konfüçyüzcülük ve Budizm'de de durum farklı değildir. Bunlarda biraz daha esnek olsa da yardımlaşma ve dayanışma kişinin bulunduğu sosyal tabaka içinde geçerlidir. Alt tabakalara kimse yardım etmeyi teşvik etmemiştir.

Yahudilikte yardımlar yahudi olanlara yapılır, Yahudi olmayanlara (goyim) yapılan yardımlar ancak istisnadır.

İlk hıristiyanlar bir tür komün hayatı yaşıyordu ve her şeylerini paylaşıyorlardı. Gördüğünüz gibi yine kendi sınıfı içinde bir yardımlaşma ve dayanışma söz konusudur. Hıristiyanlıkta hayırseverlik anlamında kullanılan ve Vulgata İncilinde yer alan Agape kelimesi de bütün Ortaçağ boyunca "Hıristiyanlık sevgisi" anlamında kullanılıyordu. Kelimenin hayırseverlik anlamını kazanması da coğrafi keşifler ve misyonerlik döneminde ortaya çıkmış.

***

İdeolojilerde de farklı değildir. Marksizm dışındaki hiçbir ideoloji (liberalizm, faşizm, anarşizm vs.) ezilmiş ve dışlanmış olan alt sınıflarla ilgilenmemiştir. Fakat buna rağmen Marksizm de bireysel yardım ve sadakayı Burjuvazi sistemini ayakta tuttuğu gerekçesi ile kötüler ve reddeder.

***

Peki İslam'da durum nedir?

İslam'da zekat sadaka infak, en başta konu komşu ve akraba olmak üzere herhangi bir sınıf ve inanç farkı gözetmeksizin tüm açların doyurulması, çıplakların giydirilmesi, kölelelerin azad edilmesi, yolda kalmışlara yardım edilmesi birçok şekilde teşvik edilmiş, hem hukuki hem ahlaki bir nosyon kazandırılmış ve hem de kurumsal hale getirilmiştir. Bununla ilgili elbette onlarca hatta yüzlerce ayet var. Örneğin müminlerden bahseden bir ayette "onların mallarında dilencinin ve mahrumun bir payı vardır" denilir. Dolayısı ile sadece ahlaki değil, hukuki olarak da yoksullar zenginlere paydaş kılınmıştır.

İslam tarihinde toplumun her kesimine karşı yardımlaşma ve dayanışma amaçlı kurumsal yapılar ve uygulamalar görülmüştür. Örneğin Osmanlı'da vakıflar bu konuda önemli bir hizmet vermiştir. Osmanlı'da mahalledeki yoksul insanların avarız vergilerinden payına düşen miktarını karşılamak üzere kurulmuş vakıflar bile vardı.

Bu yüzden şunu açıkça söyleyebiliriz: Bugün dünyada hayırseverlik diye bir düşünce ve uygulama varsa bunu insanlığa öğreten İslam'dır.


Paylaş:

Blog Arşivi

İletişim

Ad

E-posta *

Mesaj *